25 Mart 2015 Çarşamba

Kadına şiddet devlet iradesi olmadan önlenemez

Araştırmalar Türkiye’de kadınların eşi ya da birlikte olduğu erkekten maruz kaldıkları fiziksel ve/veya cinsel şiddet oranını yüzde 38, yani her 10 kadından 4’ü olarak gösteriyor. Ancak zamanla değişen bir şey var, o da şiddetin seviyesinin arttığı, kadınların gördükleri şiddetten ötürü ciddi tedavi görmeleri gerektiği – tabii hayatta kalırlarsa. Kadın cinayeti verileri ürkütücü; kadınlar kendi hayatı ile ilgili kararları kendileri almak istediği için öldürülüyor.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu her gün öldürülen kadınların çetelesini tutuyor ve değerlendirmeler yapıyor:

“2015’in ilk ayında kadınlar yüzdelik 70 oranında kendi hayatına dair karar almak isterken öldürüldü. 20 kadın kardeşimizin öldürüldüğü ocak ayında, kadınların yüzde 55’i kocası, eski kocası, erkek arkadaşı, nişanlısı gibi birlikte olduğu kişiler tarafından öldürülürken, ayrılmak istediği için öldürülen kadınların oranı yüzde 15.

Kadına karşı şiddeti ve cinayetleri önlemek için gereken pek çok yasal düzenleme yapıldı ancak uygulama çok yetersiz. Bunun için de devlet iradesi gerekli çünkü yasaların uygulanması için bütün kurumların işbirliği içinde kadını korumak için çalışması gerekiyor.

Bu haftaki söyleşi konuğum, Dr. İlknur Yüksel-Kaptanoğlu, tam da bunu söylüyor. Kendisi söylediklerini destekleyen kapsamlı araştırmalara da imza atan isimlerden biri. 2014 yılında Hacettepe Üniversitesi, Nüfus Etütleri Enstitüsü’nde "Türkiye'de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması" proje koordinatörü; ayrıca 2008’de benzeri yapılan araştırmanın da saha koordinatörüydü.

Kadın hakları örgütlerinin temsilcileri  yeni araştırmanın bir türlü basına açıklanmamasını eleştirdiler, artan şiddet rakamları saklanıyor dediler. Bunların hepsini ve daha fazlasını Dr. İlknur Yüksel-Kaptanoğlu'na sordum.




*** Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün 2008 yılındaki şiddet araştırmasından sonra 2014 yılına kadar yeni bir araştırma yapılmamasının sebepleri nelerdir?

Sosyal konularda değişim çok kısa zaman aralıklarında gerçekleşmez. Bu nedenle, toplumsal değişimleri görebilmek için daha uzun zaman aralıklarına ihtiyaç vardır. Kadına yönelik şiddet konusunda yürüttüğümüz her iki araştırmanın da amacının temelde, kadına yönelik şiddet yaygınlığını ortaya koymak olduğu düşünülürse altı yıl gibi zaman aralığında şiddet yaygınlı açısından önemli bir değişim olmaması da bu durumu doğrular niteliktedir. İki araştırma arasındaki yaklaşık altı yıllık aranın bile çok uzun olmadığını belirtmek isterim. Biz araştırma sonuçlarından yola çıkarak, bu araştırmaların on yıl sonra tekrarlanmasını ama arada farklı amaçları olan, daha çok anlamayı hedefleyen nitel araştırmaların yapılmasını önerdik.

*** Bakanlığın -- ya da üniversitenin -- kadına yönelik şiddet konusunda tuttuğu bir çetele var mıydı? En basitinden günde, ayda, 6 ayda, yılda kaç kadın hangi sebeplerle öldürüldü gibi…

Bakanlığın böyle bir çalışması olup olmadığını bilmiyorum. Ama bizim Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü olarak böyle bir çalışmamız yok. Öldürülen kadınlarla ilgili kayıtların zaten Adalet Bakanlığı istatistikleri tarafından tutulması gerekiyor.

Raporun tanıtımına basın çağırılmadı

*** Mart ayı başlarında Aile Bakanlığı basın ofisini aradım ve araştırmanızın bir kopyasını talep ettim ancak çalışmanın henüz tamamlanmadığını ve ellerinde olmadığını söylediler. Çalışmanızı bakanlığa gönderdiniz mi? Bakanlık çalışmayı kamuoyuna açıklayacak mı, ya da üniversite?

Bakanlığa Eylül ayında sunduk ama şekilsel bazı düzeltme talepleri oldu. Çalışma Pazartesi baskıya giriyor. Bakanlık 30 Aralık’ta Ankara’da toplantı yaptı ve basını çağırmadı. Biz özet raporu sunduk. Çalışmanın basımı yapıldıktan sonra sivil toplum kuruluşları, kadın örgütleri, milletvekilleri, bakanlık il müdürlükleri ve kütüphaneler gibi bir dağıtım listemiz var, onlara göndereceğiz. Basından da talep olursa çalışmayı verebiliyoruz.

*** Kaç kadının erkekler tarafından öldürüldüğüne dair Aile Bakanlığı ya da siz düzenli olarak kayıt tutuyor musunuz?

Bakanlıkta böyle bir kayıt tutuluyor mu bilmiyorum ancak bizim üniversitede böyle bir çalışmamız yok; biz sosyal araştırmalar yapıyoruz. Bu tür kayıtları tutmak Adalet Bakanlığı’nın işi.

*** Kadın hakları örgütleri devlet kurumlarının bu tür kayıtları sağlamadığından şikayetçi. Siz bu rakamlara ulaşmakta zorluk çekiyor musunuz?

Bakanlığın rakamları sayıyı daha az gösteriyor; zaten Türkiye’de kayıt sistemi sorunlu. Rakamları kadın örgütlerinin kayıtlarından takip ediyorum.

10 kadından sadece biri kurumsal destek arıyor

*** 2014 araştırmasında kurumları acil harekete geçirmesi gereken sonuçlar var mı?
Araştırmanın önemli sonuçlarından biri, şiddete maruz kalmış olan 10 kadından sadece 1’inin şiddetle mücadele için kurumsal destek araması; bu demektir ki bu alanda çalışan tüm kurumların hizmetlerini yeniden değerlendirmeye ihtiyaçları var. Şiddete maruz kalındığında başvurulacak kurumlar olan polis, hastane, savcılık, belediye, ŞÖNİM ya da sivil toplum kuruluşlarına başvuruların artmasını sağlamak amacıyla, kurumların şiddetle mücadele konusundaki çalışmalarının tanıtımı ve burada hizmet veren personelin niteliklerinin iyileştirilmesine yönelik tüm kurumların harekete geçmesi gerekiyor. Ayrıca, kurumlar arasında iş birliğinin sağlanması da çok önemli bir konu.

*** Bu sonuç kadınların “6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair” 2012’de yürürlüğe giren kanundan faydalanamadığı anlamına mı geliyor?

Şiddete maruz kalan kadınlar arasında kurumlara başvuranların sayısı çok az olduğu için, bu kadınlar arasında 6284 sayılı kanundan yararlananların da sayısı oldukça düşük. Kadınların büyük oranda 6284 sayılı Kanun’dan haberdar olduğunu biliyoruz, ancak başvurunun az olması kanundan yararlanmanın haberdar olmaktan çok az olmasını getiriyor.  

AB üyesi ülkelerde şiddet yüzde 22

*** Türkiye’de elde edilen sonuçları uluslararası araştırmalarla karşılaştırma olanağınız var mı? Böyle bir çalışma yoksa birikiminiz neyi gösteriyor; Türkiye dünya ülkeleri arasında kadına şiddet konusunda hangi ülkelerle yan yana yer alıyor?

Farklı ülkelerde yapılan araştırmalar arasında karşılaştırma yapabilmek için,  ülkeler arasındaki kültürel farklılıklarını dikkate alan, kadının toplumdaki yerine ilişkin bilgiyi de içeren tarzda çalışmalar yapılması tabi ki en doğru olan. Örneklem açısından farklılıklar olmasına rağmen, kabaca bir karşılaştırma yapacak olursak Dünya Sağlık Örgütü’nün10 ülkenin 15 bölgesinde yürüttüğü araştırmalar ile karşılaştırabiliriz. Türkiye’de 2008 ve 2014 yıllarında yürüttüğümüz iki araştırmada da DSÖ’nün soru kağıdını Türkiye için adapte ederek kullandık. DSÖ’nün araştırmaları 2005 yıllarında yapılmış olan, ancak ülke temsili yerine belirli kentler ile belirli illere ilişkin şiddet yaygınlığını ortaya koyan çalışmalar. Bu araştırmalarda fiziksel ve/veya cinsel şiddet yaygınlığı yüzde 15 (Japonya kent) ile yüzde 71 (Etopya il düzeyinde) arasında değişiyor. Türkiye genelindeki fiziksel ve/veya cinsel şiddet yüzdesi Peru (kent düzeyinde yüzde 69)ve Bangladeş (kent düzeyinde yüzde 62) tahminlerinden düşük iken, Japonya (kent düzeyinde yüzde 15), Sırbistan Karadağ’dan (kent düzeyinde yüzde 24) daha yüksek.

Son dönemde yapılan bir başka çalışma, yöntem açısından farklılaşmakla birlikte, 2013 yılında Avrupa Birliği’ne bağlı 28 ülkede gerçekleştirilen şiddet araştırması. AB üyesi ülkelerin fiziksel ve/veya cinsel şiddet yaygınlığı ortalama yüzde 22; ülkeler arasındaki şiddet yaygınlığı da yüzde 13 ile 32 arasında değişiyor. Türkiye’nin fiziksel ve/veya cinsel şiddet yaygınlığı bu rakamların üzerinde – yüzde 38.

Şiddet gören kadınların yarısı ciddi tedavi gerektirecek kadar yaralanmış

*** 2008 yılında gerçekleştirilen Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması’nın sonuçlarına göre incelendiğinde her on kadından dördünün fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kaldığı ortaya çıkmıştı. Bu rakam yeni araştırmada nedir?

2014 araştırmasında da sonuç benzer düzeyde, eşi ya da birlikte olduğu erkekten kadınların maruz kaldıkları fiziksel ve/veya cinsel şiddet yüzde 38 yani her 10 kadından 4’ü.

*** 2008 araştırması ile 2014 araştırması arasında yakaladığınız bariz farklar neler? Bunları nasıl yorumluyorsunuz?

Ülke genelindeki fiziksel ve/veya cinsel şiddet yaygınlığı aynı olmakla birlikte, her iki araştırma sonucu da evlenmiş her 10 kadından 4’ünün fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kalmış olduğunu gösteriyor. Ancak, son araştırmada maruz kaldıkları şiddet sonucunda yaralanan kadınların yaklaşık yarısının (yüzde 47) tedavi gerektirecek kadar yaralanması, şiddet mağdurlarının daha ağır şiddet biçimleriyle karşılaştıklarını ortaya koyuyor.

Diğer bir farklılık ise, kadınların yaşamlarının herhangi bir döneminde maruz kaldıkları şiddet yaygınlığının bölgeler arasında değişmesi. 2008 araştırmasında şiddet yaygınlığının daha yüksek olduğu bölgelerde bir azalma söz konusu. Özellikle Doğu ve Karadeniz bölgelerindeki şiddet düzeylerinin azaldığı, Batı Anadolu bölgesinin ise ilk araştırmadaki düzeyi koruyarak, en yüksek fiziksel ve/veya cinsel şiddet düzeyine sahip olduğunu gördük. Araştırma sonuçları bu farklılaşmanın nedenlerini ortaya koymuyor, sadece var olan durumun bir fotoğrafını çekiyor. Bu nedenlerin anlaşılması için nedenleri anlamaya yönelik nitel araştırmaların yapılması ve derinlemesine incelenmesi gerekiyor. Şiddetin azaldığı görülen bölgelerdeki kadınların durumlarının incelenmesi, göçün dikkate alınması ya da şiddet yaygınlığının azaldığı bölgelerde kadın örgütleriyle görüşülmesi ve bu bölgelerde kadınlara yönelik çalışmaların değerlendirmesinin gerekli olduğunu söyleyebilirim.

Şiddete en çok maruz kalan grup erken evlenen kadınlar

*** Araştırma şiddete en çok maruz kalan kadınlardan bir grubun erken evlenen kadınlar, diğerinin de boşanmış ya da ayrı yaşayan kadınlar olduğunu tespit ediyor, şiddeti de en çok eski eş uyguluyor. İlk olarak, Türkiye’de neden hala erken evlilikle mücadele edilemiyor? İkincisi, boşanmak isteyen kadının neden hala eski eş tarafından tacize ve şiddete uğradığına dair görüşleriniz neler?

Erken evlilik konusunda, yasal evlenme yaşının 17 olmasına ve resmi nikah kıyılmadan önce dini nikahın kıyılmasının yasal olmamasına rağmen, erken evlilikler halen dini nikahın önce yapılması nedeniyle devam ediyor. Bu açıdan yasal düzenlemelerden çok, toplum tarafından erken evliliklerin meşru görünmesi önemli. Erken evliliklerde büyük oranda aileler karar verici oluyor. 18 yaşından önce kız çocuklarını evlendiren aileler hem ekonomik sorunlar nedeniyle, hem kız çocuklarını zaten başka bir aileye gideceği düşüncesiyle yetiştirdikleri için, hem de kızlarının “namusuna” herhangi bir şey zarar gelmeden evlendirmek istedikleri için bu evlilikleri tercih ediyor. Önemli olan ailelerin bu konudaki görüşünü değiştirmek, bu evliliklerde dini nikahı kıyan imamların nikah kıymasını engellemek, ailenin yakın çevresinin ve evliliğin gerçekleştiği yerleşim yerindeki tüm kamu görevlilerinin bu konuda duyarlılığını artırmak ve toplum genelinde bu evliliklere göz yummamak bence. Asıl mücadele edilmesi gereken, erken evliliklerin kız çocuklarının hayatına getirdiği dezavantajların, daha fazla şiddete maruz kalma riskine sahip olduklarının ve ne tür sonuçlar doğurduğunun anlatılması diye düşünüyorum.

Boşanmış ya da ayrı yaşayan kadınların, daha çok eski eşleri, nişanlıları ya da sevgilileri tarafından tehdit edildiğini ve ısrarlı takibe maruz kaldıklarını görüyoruz. Araştırma sonuçları arasında, boşanmanın nedeni olmadığı için bu kadınların şiddete maruz kaldıkları için mi ayrıldıklarına cevap veremeyiz. Ancak, bu konuda benim görüşüm, evliliğin sona ermesi ya da sona erme ihtimaliyle birlikte, erkeklerin otoritelerini kaybetme korkusuyla karşı kaşıya kalmış olmaları, hatta bu şiddetin büyük oranda ölümle sonuçlandığına da medyadan tanık oluyoruz. Kadınların daha çok haklarının bilincinde olması ve eskiye oranla kendi hayatlarına sahip çıkma isteklerinin erkeklerde çok büyük bir tedirginlik yarattığını düşünüyorum.

Bazı erkekler kadın itaat etmeyince şiddet uyguluyor

*** Hükümetin “annelik” olgusunu son derece yüceltici söylemler kullanmasına rağmen hem 2008 hem de 2014 araştırmasından çıkan sonuçlara göre gebe kadınlar da şiddete maruz kalıyor ve bu oranda pek bir değişiklik yok. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Gebelik döneminde şiddetin her iki araştırmada da benzer düzeyde olması ve devam etmesi, fiziksel şiddet uygulayan erkekler açısından gebeliğin önemli olmadığına dikkat çekiyor bence. Son dönemde daha çok gündeme getirilen annelik söyleminin ise, kadınları şiddetten korumaya yetmediğini gösteriyor. Annelik söyleminin yanı sıra ailenin güçlendirilmesinin daha fazla dile getirilmesi, kadınları ayrı bireyler olarak ele almadığı için kadına yönelik şiddetin özellikle aile içinde üzerinin örtülmesine neden oluyor diye düşünüyorum. Ataerkil ideolojiyi içselleştirmiş toplumumuzda, şiddet uygulayan erkekler açısından, şiddet uygulanması çok önemli bir sorun gibi görünmüyor, erkeklerin büyük oranda kendilerine itaat edilmemesi durumunda karşısındaki kadının durumuna bakmadan şiddet uygulayabiliyor.

Kız çocukların erkeklerle aynı haklara sahip olduğu işlenmeli

*** Kadına karşı şiddeti önlemek için hükümetin atması gereken acil ilk 3 adım ne olmalıdır?
Kadına yönelik şiddeti önlemek için öncelikle kız ve erkek çocuklarının yetiştirilme biçimlerinden işe başlamak gerekiyor. Kız çocuklarının da erkek çocuklar ile aynı haklara sahip olduğunu dile getiren, kız çocuklarının eğitim haklarının önemine vurgu yapan bir eğitim sisteminin inşa edilmesi öncelikli konuların başında. Bunun sağlanması için özellikle toplumsal cinsiyet eşitliğine vurgu yapılması, toplumsal cinsiyet eşitliği derslerinin anaokullarından itibaren tüm eğitim kademelerinde müfredata dahil edilmesi gerekli. Tabi ki bu dersleri anlatacak nitelikli öğretmenlere de ihtiyaç var. O nedenle, birçok meslek grubu için de bu eğitim programlarının formal eğitim dışında da gündeme alınması gerekli.

Kadına yönelik şiddet maruz kalma riskinin daha fazla olduğu kadın gruplarından biri olan 18 yaşından önce evlenen kadınları şiddetten uzak tutmak adına erken evlilikler ile mücadele edilmesi gerekiyor.

Şiddete maruz kalan kadınlara ise, kurumsal başvuru mekanizmalarını kullanmalarını teşvik edecek düzeyde destek olmak, kurumların tanıtımını yapmak, kurumsal hizmetleri iyileştirmek, kadınların güçlenmelerine katkıda bulunmak önemli. 6284 sayılı Kanun, kadınlara önemli oranda koruyucu tedbir kararları içeriyor, ancak Kanun’un uygulamadan kaynaklı sorunlarının ortadan kaldırılmasına yönelik acil çalışmalar yapılması gerekli. Öncelikli olarak sorunların tespit edilmesi ve alınan tedbir kararlarının hayata geçirilmesini sağlamak önemli. Bu alanda çalışan tüm kurumların işbirliği içinde çalışmaları da ayrıca hayati önem taşıyor diyebilirim.

Kadın-erkek eşitliği üst düzeyde vurgulanmalı

*** Devletin şiddeti önlemede atacağı en önemli adımları arasında toplumsal cinsiyet eşitliğine vurgu yapılması diyorsunuz. Ancak devletin en üst kademelerinde istikrarlı olarak tam tersi söylem mevcut -- sağlık bakanı anneliğin en önemli kariyer olduğu, başbakan kadın erkek eşitliğine inanmadığını tekrar ederken aile bakanı İstanbul Sözleşmesi'nden çıkış yollarını arıyor. Bu durumda kadına şiddetin artmasından mı endişe duyuyor musunuz?

Kadın-erkek eşitliğinin toplumda üst düzeyde vurgulanması gerek. Bu çok önemli çünkü olmadığı zaman şiddet artabiliyor, zaten Türkiye toplumunda erkek kadına şiddet uygulayabilir diye yarı normal karşılanıyor, bir de üst düzeyden kadın-erkek eşitsizliği vurgulanmaya devam ederse durum daha da kötüleşebilir. Kadın erkek eşitliğinin sağlanması için gerekli olan yasal alt yapıya sahibiz.  Ayrıca, CEDAW (Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi) ve İstanbul Sözleşmesi gibi bu alandaki önemli uluslararası sözleşmelere imza atmış bulunuyoruz. Bunlar oldukça önemli kazanımlar ve kadına yönelik şiddetle mücadelenin olmazsa olmazları. Şiddetle mücadele için siyasi bir irade gerekli. Aksi takdirde kadına yönelik şiddet sorunu ülkenin önemli sorunları arasında ilk sıralarda yer almaya devam edecek görüşündeyim.

17 Mart 2015 Salı

Annelik en önemli kariyerse kadın istihdamı nasıl artsın?

Ekonomilerin gelişmesi ve kadınların güçlendirilmesi için en etkili yollardan biri de kadın istihdamını arttırmak. Bu, dünyada ve Türkiye’de artık kabul edilen bir gerçek. Peki yıllardır kadın örgütlerinin konuyla ilgili çalışmalarına, hükümete projeler sunmalarına rağmen kadın istihdamında Türkiye’nin geldiği durum ne? Kadın istihdamı rakamlarında bir artış görünüyor, doğru? Ancak bu neye işaret ediyor? Hükümetin hazırlayıp meclise sunduğu “Aile paketi” geçerse ne olur?

Bu soruları ve daha fazlasını Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi (KEİG) platform koordinatörü Serap Güre Şenalp’e sordum. Anlattığı şu ki kadın istihdamı aslında nitelikli bir şekilde artmıyor; AK Parti iktidarı nüfusu arttırmak yönünde bir politika izliyor ve bunun için de kadınların daha çok çocuk doğurup aile içinde kalacakları, hem çocuklara bakıp, ev işleri yapacakları ve hem de yarı zamanlı çalışacakları politikalar sunuyor. Aslında buna “benimsiyor” demek hafif kalıyor, “empoze etmeye çalışıyor” desek daha doğru olacak çünkü yasaların yapım sürecinde sivil toplum 
kuruluşlarının, muhalefetin önerileri adeta yok sayılıyor.



Nitekim Serap Güre Şenalp de yeni Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam ile hiç iletişim kuramadıklarını söylüyor. Bakanlıklarla, ilgili müdürlüklerle ilişki kuramama, sundukları raporların dikkate alınmaması yaklaşık son iki yılda yaptığım söyleşilerde sivil toplum kuruluşlarının istikrarlı olarak dile getirdikleri bir durum.

Kadın emeği Platformu, "aile paketi" ne karşı yürürken isteklerini sıralamıştı:

“Çalışma süreleri tüm çalışanlar için günde en fazla 7, haftada en fazla 35 saate indirilsin. Cinsiyete dayalı iş ayrımını sınırlandıracak yasal düzenlemeler yapılsın. Devlet tüm kadınlara çalışma süresine ve prime bağlı olmayan işsizlik maaşı ve prim ödemesiz sağlık güvencesi sağlasın. Tüm kamu kreşleri 24 saat açık ve anadilde hizmet verecek şekilde yeniden açılsın. Kadın- erkek olmasına bakılmaksızın en az 50 işçi çalıştıran iş yerlerinde ücretsiz nitelikli bakım evleri ve kreşler açılsın. Kadın Bakanlığı yeniden kurulsun, kadın erkek eşitliğini sağlamak üzere anayasa ve tüm yasal düzenlemelerde kadınları koruyacak politikalar ve pozitif ayrımcılık ilkesi hayata geçirilsin."


Buraya çıkarabildiğim bazı önemli kısımlar şöyle:

“2010-2012 arasındaki üç yıllık dönemde kentsel kadın istihdamı 3575 bin kişiden 4193 bin kişiye çıkarak 618 bin kişi arttı. Bu artışın yüzde 98’i hizmet sektöründe gerçekleşti. Hizmet sektöründe üç alt faaliyet kolu dikkat çekmekte: İnsan sağlığı ve sosyal hizmet faaliyetleri 125 bin kişi, idari destek ve hizmet faaliyetleri 110 bin kişi ve toptan ve perakende ticaret 103 bin kişilik artışla hizmet sektöründeki artışın üçte ikisini (yüzde 66.6) oluşturuyor. 

“İşte tam bu noktada “Neden buralarda artış var? Bunun anlamı nedir?”  diye sorgulanmazsa erken ve gereksiz yere sevinmiş oluruz.

“2022 numaralı yasa ile 2007 yılında başlatılan Evde Bakım Hizmeti programı kapsamında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından özürlü bireylerin evde bakan yakınlarına net asgari ücret miktarı kadar bir aylık bağlanmaya başlandı. Program 2007 yılında yaklaşık 30 bin kişiye ulaşırken 2012 itibariyle 400 bin kişiye ulaştı.

“Bakım hizmeti sunan ve esas olarak kadınlardan oluşan bu grup,  2011 yılından itibaren TÜİK tarafından “İnsan Sağlığı ve Sosyal Hizmet Faaliyetleri” altında değerlendiriliyor. Bu kesim evde yaptığı bakım hizmetiyle, uygulama öncesine kadar karşılığı ödenmeyen bir emek sunuyor ve  kuşkusuz çok önemli bir toplumsal görevi yerine getiriyordu.



“İstatistiklere girmesiyle bunun bir istihdam olarak kabul edildiğini görüyoruz. Ancak devletin aylık ödediği bu kişiler herhangi bir sosyal güvence kapsamında olmadıkları için adeta devlet tarafından kayıt dışı istihdam edilmiş oluyorlar. Sağlık hizmetlerinden yararlanabilmelerine rağmen emeklilik primleri ödenmiyor.”

18 milyon erkeğe karşılık 7.7 milyon kadının işi var

“Yaklaşık 18 milyon erkeğin bir işi var iken, yaklaşık 7.7 milyon kadının bir  işi vardır. Bu aradaki büyük uçuruma ek olarak, erkeklerin yüzde 28’i kayıt dışı işlerde çalışırken, kadınların neredeyse yarısı (yüzde 47) kayıt dışı işlerde istihdam ediliyor. Kadın ve erkekler arasındaki uçurum bununla da bitmiyor. Bir iş sahibi olan kadınların dörtte biri ücretsiz aile işçisi olarak, büyük oranda babalarının ya da kocalarının tarlalarında ve işyerlerinde bir karşılık almadan çalışıyor.

“Yani istihdamda olmak, ille de para karşılığı çalışıyor demek değil. Özetle, kadınların çalışma yaşamı içindeki durumu sadece çalışan kadın sayısının düşüklüğü ile açıklanamaz, aynı zamanda hangi koşullarda çalıştıkları, emeklerinin karşılığı olarak ne kazandıkları da önemli.”
Kadınlar: ücretsiz ev işçileri

“Türkiye’de kadınların harcadığı karşılıksız emek erkeklerden çok daha fazladır. 2006 yılında yapılan ve Türkiye’nin ilk ve tek Zaman Kullanım Anketi’ne göre yetişkin kadınlar hane ve hane halkı bakım işlerine günde ortalama 5 saat 17 dakika ayırırken, erkekler 51 dakika ayırmaktadır. Gelir karşılığı çalışmaya ayrılan zaman ise kadınlarda günde 1 saat 8 dakika, erkeklerde 4 saat 27 dakikadır. Kadınların ücretsiz harcadıkları emek saatleri eğitim seviyesi düştükçe ve doğurganlık yaşı olan 25-34 yaş arasında artmakta, gelir karşılığı çalışmaya ayırdıkları zaman ise azalmaktadır.

Kadın emeği karşılıksız 

“Kadınlar toplam çalışma zamanlarının yüzde 87’sini karşılıksız emek faaliyetlerine, erkekler ise yüzde 84’ünü ücretli emeğe ayırmaktadır. Evli erkeklerin karşılıksız emek için harcadıkları zaman evlendiklerinde yüzde 38 oranında azalırken, kadınlar evlendiklerinde karşılıksız emek yükleri yüzde 49 artmaktadır.

“İlkkaracan ve Gündüz (2015) yaptıkları çalışmada işgücü piyasasına ayrılan toplam 49,8 milyar saatin yüzde21’inin, hane içi üretime ayrılan toplam 53,4 milyar çalışma saatinin de yüzde 86’sının kadınlara ait olduğunu söylüyor. Hem haneiçi hem de piyasa çalışma saatlerinin yüzde 55’i kadınların yaptıkları işleri kapsasa da kadınlar GSYİH’nin yalnızca yüzde 31’ini kazanmakta.

“Kadınların işgücüne katılmasının önündeki engellerden en önemlisi ev içi sorumlulukları. Kadınların karşılıksız emeğinin görünmezliği kadınların bir bütün olarak emeklerinin değersizleşmesine ve ücret ayrımcılığına neden olmaktadır. Evişinin görünmezleştirilmesi ve kadınlığın doğal bir uzantısı olarak görülmesi hayatın her alanında ortaya çıkan cinsiyet eşitsizliğinin ve kadın yoksulluğunun temelidir. Kadınlar karşılıksız haneiçi emeğe daha fazla zaman ayırdıkça, onlardan çocuklara bakmaları beklendikçe, karşılıksız emekleri değersiz olmaya devam ettikçe gelir ve zaman yoksulluğu kadınlar için bir kısırdöngüye dönüşmektedir.



“Gelir getirici bir işte çalışmayan kadınların ev kadını olarak tanımlanması, kadın emeğinin değersizleştirilmesi sürecinin en önemli ayaklarından biri. Bu nedenle ev kadını yerine, ücretsiz ev işçisi tanımlamasının kullanılması hem hane içindeki görünmeyen emeğin görünür olmasına, hem de değer kazanmasına katkıda bulunacaktır.”

Aile paketi ne getiriyor?

“Belediyelere kreş açması konusunda yükümlülük getiriyor ama bütçesi yoksa bu zorunlu değil. Özellikle CHP ve HDP’li belediyeler kreş açma konusunda ilerliyor. İstanbul’daki 39 belediyeden dokuz tanesinde kreş var -- Bakırköy, Beşiktaş, Beyoğlu, Çatalca, Kadıköy, Kartal, Maltepe, Sarıyer ve Şişli.

“Ağza bir parmak bal çalmak gibi uygulamalar var. Yeni bir şey yapılıyor ancak bu iyi bir şey yapılmış demek olmuyor. Mesela, çocuk sahibi olan kadınlara yarı zamanlı çalışma hakkı getiriliyor. Zaten kadının günde 3 saat süt izni vardı ve yarı zamana denk geliyordu. Memurlar yarı zamanlı nasıl çalışabilir?

“İş yerinde çalıştığı zamanın sigorta primini iş veren, çalışmadığı zamanı devlet ödüyor ancak bu tam bir ödeme değil. Mesela, bir kişi 2000 lira alıyorsa devlet ödemeyi bunun üzerinden yapmıyor, asgari ücret üzerinden hesaplayarak katkı yapıyor. Yani bu devletin olması gerekenden çok daha az ödemesi anlamına geliyor. Kadınların gelir kaybı olacak. Sigorta primi ödeniyor olacak ancak prim günleri çok zor tamamlanacak. Bu emekli olmasının da çok zor olacağı anlamına geliyor. Ayrıca bu kişinin kariyer planlaması nasıl yapılacak gibi konularsa hiç dile getirilmiyor.

“Sonuçta gelinen noktada devlet yetkililerinin dediği şu: Nüfusumuz azalıyor, o nedenle kadınlar hem doğuracak, hem de çalışacak, biz hiç çalışmasın demiyoruz ki…”

Kadın istihdamı ve hakları konusunda çalışmalarıyla tanınan İpek İlkkaracan’la 2007’de söyleşi yapmıştık. O zaman kadın istihdamı oranı yüzde 17 civarındaydı, bugünse yüzde 30. Aynen bugünkü gibi, gerek hastaların gerek çocukların evde bakıcılarının ücretsiz ev işçileri kadınlar olduğunu söylüyordu İlkkaracan.

Söyleşinin üzerinden 8 yıl geçti, cinsiyet eşitliği politikaları konusunda ne oldu diye bakınca, geriye götüren politikaların bir kısmı yürürlükte -- Kadın Bakanlığı'nın, Aile Bakanlığı olması gibi -- bir kısmı da -- "aile paketi" gibi -- yolda…

10 Mart 2015 Salı

Barış hemen olur mu?

Bu yıl 28 Şubat, tarihi bir gelişmeye sahne oldu. Hapisteki PKK lideri Abdullah Öcalan, PKK’ya silahlı mücadeleyi bırakma temelinde bir kongre çağrısı yaptı. Bunu duyurmak üzere hükümet ve HDP yetkilileri 28 Şubat’ta Dolmabahçe’de ortak bir açıklama yaptı ve bu açıklamada çözüm süreci başlıklarının 10 madde olarak belirlendiği söylendi. O günden beri pek çok haber “silahlara veda”, “silahları bırakma çağrısı” gibi başlıklarla işin silah bırakma yönüne odaklandı, terör olmasaydı Türkiye ekonomik olarak şu kadar daha gelişmiş bu kadar daha büyümüş olabilir dendi; 30 senedir süren savaşın 35 binden fazla kişinin ölmesine yol açtığı, doğduğundan beri savaş ve şiddetle yaşayan, yetim kalan binlerce çocuk olduğu ve yüzlerce hanede nice acılar çekildiği pek fazla konuşulmadı. Öcalan’ın çağrısı, sonra da yapılan ortak açıklama elbette önemli ve tarihi gelişmeler ancak bu koşulsuz bir silahları bırakma çağrısı mı? Bu gelişmeler ne anlama geliyor? Hangi adımların atılmasını bekliyoruz? AKP ile HDP arasında bir seçim ittifakı olma olasılığı nedir? Terörizm ve güvenlik konularında uzmanlaşan, pek çok ülkede saha çalışmaları yapan akademisyen Maya Arakon’a sordum.


*** Hükümet ve HDP'nin ortak basın açıklaması ne anlama geliyor? Nasıl yorumlamak gerek? 

Seçim sürecine girildiği bu günlerde iki partinin de kendi tabanına yönelik bazı girişimleri olması çok normal. Anladığım kadarıyla hem Erdoğan hem Öcalan seçimlere tarihe geçecek lider olarak geçmek isteğindeler. 

*** Zaten ateşkes yok muydu? 

Ateşkesin kalıcı olması için öncelikle resmi bir antlaşmanın olması gerekli. O açıdan PKK'nin kongreye çağırılması önemli bir karar. 

*** MHP lideri tepki vermekte gecikmedi ve dedi ki PKK'nın silah bırakmasını beklemek saflıktır. Milliyetçi çevrelerin katıldığı bu yoruma ne dersiniz?

MHP liderinin saflık nitelendirmesine katılmayacağım zira orada bir niyet okuma var ve siyaset, niyet okuma üstüne inşa edilen birşey değildir. Asıl saflık, karşılığında hiçbir yasal güvence almadan PKK'nin silah bırakacağını düşünmektir. Güney Afrika, Kuzey İrlanda ya da halihazırda devam eden Kolombiya barış süreçleri de dahil olmak üzere, dünyadaki başarılı hiçbir barış sürecinde örgütler, hükümet ya da devletlerden belli bir takım güvenceler almadan ve yasal düzenleme, mesela bir barış antlaşması, olmadan silah bırakmamıştır. Örgütlerin silah bırakması da öyle bir günde yapılacak birşey değildir zaten. Uzun ve kademeli bir süreçtir ve bu süreçler uluslararası bir silah bırakma komitesi tarafından da kontrol edilerek yönetilir. 



*** Selahattin Demirtaş'ın grup toplantısında söylediklerine göre ortada bir gariplik var: Hükümetin bazı açıklamaları -- Demirtaş yüzünden barış açıklaması gecikmiş vb. -- sanki Abdullah Öcalan ve PKK ile yürütülen süreç Demirtaş'ın dışında yürüyor izlenimini veriyor. Böyle olması mümkün mü? Demirtaş açıkça "AKP'ye güvenmiyoruz" dedi. Barış konusunda hangi adımı attın, hangi barış ve demokrasi yasasını çıkardın ki diye sordu... Böyle bir güvensizlik ortamı hakimken Öcalan ve hükümet hangi barış meselesinden bahsediyor?

Evet, ben de farkındayım bir tuhaflık olduğunun. Süreç sadece Öcalan'la Recep Tayyip Erdoğan arasında yürüyor gibi duruyor. Görüşmeler şeffaf yapılmadığı için ne konuşulduğunu da tam olarak bilemiyoruz elbette. Ama Demirtaş'ın AKP'ye söylediklerinde, yani güvenmemelerinde haklılık payı çok yüksek. Öcalan'ın ne üzerinden görüşmeleri sürdürdüğünü bilemiyorum ama PKK'nin lideri kendisi olduğu için kongre çağrısı çok önemli. Bununla beraber bu kesin barış geliyor, hemen barış olacak anlamına da gelmiyor. Kongreden ne sonuç çıkacağını bilmiyoruz ama KCK son derece net biçimde "hükümet somut adım atarsa biz de silah bırakmayı düşünürüz" dedi. Yani iş sonuçta gene atılacak somut yasal adımlara kalıyor. Şunu da unutmamak lazım, barışı en çok isteyenler gerçekten de bu savaştan en çok canı yanan kesim. Yani dağdaki gerilla da barışı istiyor, hatta belki hepimizden daha çok istiyor. Ancak Murat Karayılan'ın da dediği gibi, bu insanlar dağa piknik yapmaya çıkmadı. Bir amaç uğruna çıktı ve onu elde etmeden neden durduk yere silah bıraksın ki? Hem de hem Batı hem de Ortadoğu ülkeleri nezdinde IŞİD'e karşı savaşta böyle önemli bir meşruiyet ve prestij kazandıkları bir dönemde! Başbakan Davutoğlu'nun dediği "silah bırakmanın ama'sı olmaz" ifadesinin realitede bir karşılığı yok o yüzden. Hiçbir barış sürecinde bu iş böyle olmadı. PKK için de böyle olmayacak. Ve daha önce de belirttiğim gibi, bütün bu süreç yasal bir takvime bağlanmadığı, yasal bir güvence -- demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü ve adem-i merkeziyetçi yeni bir Anayasa yapılması ya da taraflar arasında bir barış antlaşması imzalanması gibi -- sağlanmadığı sürece, sadece sözel vaatler üzerine inşa edilecek bir barış sürecinin de geleceği çok parlak olmaz, o barış süreci kısa sürede başarısızlığa uğramaya mahkumdur. 

*** Demirtaş’ın AKP’ye güvenmiyoruz demesi neye dayanıyor?

Kürt sorunu bütüncül bir sorun, Türkiye demokratikleşmezse Kürt sorunu da çözülemez ve Demirtaş bunun çok iyi farkında. Gittikçe diktatörleşme eğilimi gösteren, iç güvenlik yasası gibi tüm vatandaşların hak ve özgürlüklerini kısıtlayan yasalar çıkaran bir hükümet varken demokratikleşme zor.

*** Öcalan’la görüşen ve “İmralı heyeti” diye de tabir edilen HDP delegasyonu ile Demirtaş’ın temsil ettiği HDP arasında bir bölünme var mı? Kürt siyasi hareketinde bölünme olabilir mi?

Kürt Siyasi hareketinde şu aşamada bölünme olmaz zira yüzde 10 seçim barajının olduğu bir durumda Kürt siyasi hareketi bölünerek meşru siyaset alanının dışında kalma riskini göze almayacak kadar deneyimli bir siyasi hareket. Demirtaş ve Öcalan arasında görünürde somut verilere dayalı bir bölünme var demek mümkün değil. Zaten ontolojik olarak da bunun realitede bir anlamı yok zira Öcalan PKK’nin lideri konumunda ve daha da önemlisi hareketin kanaat önderi ve fikir üreten ismi, Demirtaş ise siyasi parti lideri. Yani konumlarında da karşılaştırma yapılabilecek şekilde bir paralellik mevcut değil. İkisinin mevcut duruma yönelik kişisel siyasal algılarında elbette farklılık olması mümkündür ama bunun Kürt siyasi hareketinin ivmesini değiştirecek bir yönü olduğunu düşünmüyorum. Nihayetinde hem Kandil hem de HDP açık açık Öcalan’ın önderliğini tanımaktadır. Bu noktada bölünmeden bahsedecek somut bir delil yok elimizde. “Niyet okumak” da siyaset biliminin alanına girmez.

“Öncelikle mutlak surette bir yasal altyapı oluşturulmalı”

*** Demirtaş'ın yakınlarda bir televizyon programında açıkladığı, hükümet ile İmralı arasındaki görüşmelerin kilit noktasını oluşturduğu söylenen taslak metindeki 10 maddeye bakınca ne görüyorsunuz? Görüşmelerden bunca zaman sonra içerik daha dolu olamaz mıydı?

Bundan daha ileri bir taslak metin şu aşamada çıkamazdı zaten, teknik ve yasal bir altyapı yok çünkü daha gelişmiş ve detaylandırılmış bir metin çıkması için. Bunu bir "iyi niyet belgesi" olarak ele almak ve bunun üzerine daha geliştirilmiş ve yasal bir statüye kavuşturulmuş bir metin çıkartmak gerekli. Yani ortaya çıkacak metnin iki taraf için de belli bir bağlayıcılığı ve motive edici özelliği olması lazım ki metne ve barış sürecine sadık kalınsın, iki taraf da "masadan kalkan taraf" olma sorumluluğunu alamayacak hale gelsin -- bağlayıcılıktan kastım biraz da bu. Aksi halde en ufak bir anlaşmazlıkta olay inceldiği yerden kopabilir. 

*** Daha somutlaştıralım o halde durumu. Bu iyi niyet belgesinin ötesinde neler olmalı? İlk olarak yapılması gerekenler neler? Bir kaç madde ile sıralamak mümkün mü bundan sonra neler olmalı yönündeki beklentileri?

Öncelikle mutlak surette bir yasal altyapı oluşturulmalı. Diğer barış süreçlerinde bu yasal düzenleme bir ulusal barış antlaşması şeklindeydi. Burada da böyle bir şey uygulanabilir. Ateşkes devam etmeli, ancak tabii en önemlisi iktidar partisinin HDP ve Kürt siyasi hareketine yönelik ötekileştirici dili bırakması gerekli. Sonuçta barış her kesimin katkısıyla gelecek, şu aşamada birbirine düşmanca tavır sergileyip Kürt siyasi hareketini bölmek istercesine söylemlerde bulunmak doğru değil.




“Pek çok Türk hâlâ 90’lardaki devletçi söylemden besleniyor”

*** Kobane zaferinin Türkiye'deki Kürt siyasi hareketi için önemine değinelim biraz da. Yukarıda da değinmiştin, “PKK savaşçılarının bir amacı var ve onu elde etmeden neden durduk yere silah bıraksınlar, hem de Batı ve Ortadoğu ülkeleri nezdinde IŞİD'e karşı savaşta önemli bir meşruiyet ve prestij kazandıkları bir dönemde…” Kürtler Kobane zaferine rağmen barış görüşmelerine devam ettiğine göre Türkiye’de milliyetçi çevrelerde var olan “Kürtler barış istemiyor”, “Asıl istedikleri Türkiye’den ayrılıp ülkeyi bölmek”, “Savaştan besleniyorlar” gibi argümanlar çürümeye başlar mı?

Türklere bu konunun nasıl anlatıldığı önemli bu noktada. Pek çok Türkün hâlâ 90’lardaki devletçi söylemden beslendiğini, o söylemi yeniden ürettiğini görüyoruz. Bunun temel sebeplerinden biri kimsenin gerçek anlamda sorunun ne olduğunu bilmemesi, ve üzerine araştırma dahi yapmadan hamasi söylemlerle günü geçiştirmesi. Ancak bir diğer sebep de ana akım medyada kullanılan düşmanca, ötekileştirici ve şovenist dil elbette. Habercilerin kullandığı milliyetçi-şovenist dilin çoğu zaman gerçek olayları anlatmakta son derece yetersiz ve manipülatif olduğunu görüyoruz. Bu bakımdan, Türklerin konuyu öğrenebilecekleri iletişim kanalları da devlet ve onun ideolojik aygıtları tarafından manipüle ediliyor. Bunun elbette bir amacı Kürt siyasi hareketi üzerindeki baskıyı daimi surette aynı yoğunlukta tutarak onları belli seçimlere zorlamak. Yani devlet, medya aracılığıyla bu konuyu, yani Türklerdeki “bölünme” korkusunu Kürt siyasi hareketine karşı kullanıyor demek mümkün. Daha önce de belirttiğim gibi, dağdakiler ve çatışmanın acısını her gün yaşayanlar, bölge halkı barışı herkesten çok istiyor. Doğduğundan beri şiddet ve savaştan başka hiçbir şey görmeyen çocuklar var orada. Barış geldikten sonra bunların topluma entegrasyonu, normalizasyonu gibi konular da gündeme gelecek, ki bunlar da çözümü hiç kolay sorunlar değil açıkçası. *** CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ısrarla AK Parti ile HDP arasında bir seçim ittifakı olduğunu ve barış sürecinde bir gelişme olmayacağını, açıklamaların tamamen “aldatmaca” olduğunu ileri sürüyor. Bunu somut olarak ispatlayamasa da neden ısrarcı olduğu konusunda görüşleriniz neler?

HDP’nin halk nezdinde beklenmedik bir yükselişi var. Bu da CHP’den HDP’ye oy kayması riski demek. Sanırım Kılıçdaroğlu bu riski bertaraf etmek için böyle bir iftira atma yöntemi kullanıyor zira somut deliller olmadıkça “aralarında anlaştılar” demek sadece iftira atmaktır. Somut delili varsa da ortaya çıkarmalıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce de HDP’nin AKP ile anlaştığı yönünde bir söylem vardı ve yalan olduğu ortaya çıktı. Selahattin Demirtaş da bunu birçok kez inkar etti zaten ekranlardan. Daha ne yapmaları gerekiyor CHP ve Kılıçdaroğlu ekibini ikna etmeleri için bilmiyorum. Kaldı ki neden Kürt siyasi hareketi masum olduğunu ispatlamak zorunda olsun ki? Suçlayan tarafın suçun sabit olduğunu ispat etmesi gerekir, masum olanın masumiyetini değil. Hukukta da bu böyledir, suçu isnat edemiyorsan susacaksın.

“Türkiye IŞİD politikasında U dönüşü yaptı”

*** Süleyman Şah Türbesi’nin Türkiye sınırına taşınmasını hükümet bir halkla ilişkiler kampanyasıyla kahramanlık destanına dönüştürmeye çalıştı, başarılı oldu mu?

Kendi kitlesi nezdinde başarılı olmuş olabilir ancak ne uluslararası basın ve siyasi çevreler, ne de Türkiye’deki muhalif basın bunu bu şekilde okumadı.

*** Türkiye’nin IŞİD politikasındaki değişiklikleri hangi faktörlere bağlıyorsunuz?

Uluslararası toplum ve siyasal çevrelerden gelen baskılara bağlıyorum. İçeriden gelen baskı da elbette önemli. Bütün dünyanın tehdit olarak algıladığı bir örgüte dini kardeşlik ve kişisel sempati paydası üzerinden yardım ve yataklık yapamazsınız. Bunun bedelini çok ağır ödetirler size. Türkiye yönetimi de bu gidişatı görmek zorunda kaldı. “Zorunda” diyorum zira IŞİD karşıtı uygulamaların çok da gönüllü yapılmadığı çok net ortada. Kobane olaylarını hatırlayın, Türkiye yardım koridorunu açmamak için ne kadar direnmişti. Sonra ne oldu? ABD “koridoru açacaksın” dedi, ve Türkiye’nin IŞİD politikası bir anda U dönüşü yapmak zorunda kaldı.

*** Türkiye’nin değişen tutumu, Batı ile bu konuda soğuyan ilişkileri düzeltebilir mi? Türkiye Batı nezdinde kaybettiği prestiji geri kazanabilir mi?

Kısa vadede hayır. Kaldı ki bunun için ortaya siyasal bir proje koyulması lazım ve o da yok. İktidar partisi şu an için sadece hazirandaki genel seçimlere odaklanmış görünüyor, dış politikada gelinen durumu ise tam da bu amaçla kullanıp, hem AB hem de diğer bazı Batılı müttefikleri sürekli azarlaması bu yüzden, kendi seçmenini hamasi söylemle konsolide etme arzusundan. Nihayetinde “milli irade”ye yönelik “Batı’ya kafa tutan güçlü tek adam” imgesi üzerine kurulmuş ve uzun zamandır da işe yarayan bir imaj çalışması söz konusu. En son CB Erdoğan’ın Küba’dan ABD Başkanı Obama’yı azarlaması, Batı’daki Türkiye ve Erdoğan algısını ya hiç anlamadıklarını, ya da hiç umursamadıklarını gösterdi. Financial Times, NY Times, The Independent ve Guardian gibi önemli int’l gazetelerde sürekli Erdoğan’ın otoriter yaklaşımının ve kişisel hırslarının Türkiye’nin itibarını nasıl yok ettiğine dair yazılar yayınlanmakta. Dış politikada bunların dikkate alındığına işaret eden bir gelişmeyi henüz görmüyoruz. 

                 *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** ***  
2014'ün Temmuz ayındaki söyleşimizde de Maya Arakon, Kürt oylarının cunhurbaşkanlığı seçiminde belirleyici rol oynayabileceğini ve "barış süreci" başladığından bu yana hükümetin somut adımlar atmadığını söylemişti. Ayrıca hem Türkiye içindeki hem de dışındaki Kürt hareketinin Recep Tayyip Erdoğan'a güvenmediğini belirtmişti.


2 Mart 2015 Pazartesi

Yeni güvenlik mi yoksa güvensizlik yasası mı? Evlenmeden önce bakire miydin sorusu bile gelebilir...

Burada kadınlara pozitif ayrımcılık olacağından daha önce söz etmiş miydim? Etmedim galiba ama şimdi ediyorum. Aslında nerede bir gündem konusu var, önce o konuda konuşacak kadın bulmaya çalışırım. Bu defa da öyle oldu. Ne zamandır gündemde kalan ve kalmaya devam edecek olan iç güvenlik paketiyle ilgili olarak, tasarıyı detaylı olarak inceleyip eleştiren Kadın Koalisyonu kurucu üyelerinden İlknur Üstün’le konuştum. İngilizce gazetede başlığım da şu oldu:


"İç Güvenlik Paketi" olarak bilinen 132 maddelik Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu ile bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına ilişkin yasa tasarısı oylaması mecliste devam ediyor. Bu tasarı yasalaştığı takdirde ne tür uygulamalar bekleyebiliriz? İlknur Üstün bazen kendisinin de tanık olduğu somut örneklerle anlattı ve dedi ki, bu tasarı yasalaşınca, hiç kimseye hiçbir konuda kokmam bulaşmam diyenler bile etkilenecek ancak en çok toplumun dezavantajlı kesimleri, yani kadınlar, çocuklar ve LGBT bireyler saldırıya açık olacak:

“Tasarının bütününe baktığınız zaman yasalaştığı takdirde, anayasa ve uluslararası sözleşmelerle tanınmış bütün güvenceleri kaldırıyor. Her türlü muhalif sesi, sözü, itirazı ve eleştiriyi, dolayısıyla farklılıkları da ortadan kaldıracak bir düzene geçişi ifade ediyor. Koalisyonun açıklamasında da söylediğimiz gibi tüm totaliter rejimlerin hedefi tek lider, tek parti, tek ideolojiye dayanarak her türlü farklılığı baskı altına almak ve kendi ideolojik cennetini yaratmaktır. Geçmiş fiili uygulamalardan bir tecrübemiz var ve bu nedenle neye mal olacağını görebiliyoruz.

“Yargının yürütmeye devri gibi düzenlemeler içermesi ya da insanların özgürlük alanlarına müdahaleyi yürütmenin atadığı organlara devretmesi, gerçekten insanın kendini güvence altında hissedebileceği zeminden soyutlanması anlamına geliyor…

Yargısız infazlar geri gelebilir…

“Güvenlik yasası herkesin hayatını etkileyecek ancak özellikle de eşitsiz konumdakilerin hayatını yok etmeye yönelik bir tehdit oluşturuyor yani kadınlar, çocuklar ve LGBT bireyler bunda başı çekiyor.
“Demir bilyeden sapana ve uçucu yanıcı maddelere kadar, bu aletlerin silah konumunda değerlendirilmesi ile polise öldürme yetkisi veriliyor, bu da yargısız infazlara yol açabilecek demektir. Önleyici gözaltı ile suç daha ortaya çıkmadan polise müdahale yetkisi tanındığı için yazılı izin olmadan üstünüz, aracınız, eviniz aranabilir, alıkonulabilirsiniz ve buna istinaden soruşturmaya tabi tutulabilirsiniz. “Kimse kendini daha güvende hissetme durumunda değil... 

"Birkaç örnek vereyim; polise tanınan önleyici gözaltı yetkisini ele alalım. Tam olarak eklenen şey ‘fuhuş ve yasa dışı toplantı gösteri yürüyüşü.’ Daha çok yakın zamanda, o zamanki başbakanın da söylemiyle ‘kızlı erkekli oturuyorlar” diye, pek çok öğrenci evi basıldı, ihbar edildi… Bu gençler hedef gösterildi. Bu sadece gençleri değil yalnız yaşayan kadınları ve resmi nikah dışında beraberliği olan kadınları da etkiledi. Çünkü her şey kanaate kalıyor. Eğer fuhuş olarak değerlendirilirse gözaltına alınma tehdidi var. Ve sizi ihbar eden kişi size gıcık olan bir komşunuz da olabilir, arkadaşlık teklifini kabul etmediğiniz bir adam da. 



Genel ahlaka uygun davranışı kim belirleyecek?

“Bir de vatandaşlığa geçişi düzenleyen madde var. Şöyle bir ekleme yapılmış; ‘kamu düzeni’ ibaresi ‘kamu düzeni ve genel ahlak’ olarak değiştiriliyor. Muğlak olan ‘genel ahlak’ ifadesi feministlerin yıllarca üzerinde durduğu ve kadın bedeninin denetlenmesini düzenleyen bir ifadedir.

“Gerekçesi de Türk vatandaşlığına geçmek isteyen yabancılardan evlilik öncesi genel ahlaka uygun olmayan davranışlarda bulunmuş olanların vatandaşlığımızı kullanmalarının önlenmesi olarak açıklanıyor. Peki, bu bir erkeği hedefler mi? Hiçbir zaman hedeflemez, ancak kadını denetler… Bir davranışın genel ahlaka uygun olup olmadığına kim karar verecek? Hayatımıza bir ahlak polisi getiriliyor ve o polisin zihniyetine, ideolojisine, yaşam biçimine göre sizi değerlendirmesine ve hakkınızda hüküm vermesine yol açabilir. …Hatta evlenmeden önce bakire miydin sorusunun bile gelmeyeceğinin garantisi yok…

Kadınlar göz yaşartıcı sprey taşıyor

“Birçok kadın kendini korumak için çantasında göz yaşartıcı sprey taşıyor. Düşünün ki, bir yerdesiniz, basın açıklaması yapılıyor. Orada basın açıklamasını yapan kişi olabilirsiniz; bir kadın cenazesindeki protestoya katılıyor veya oradan geçiyor olabilirsiniz. Çantanızda spreyle yakalanırsanız hapis cezası alabilirsiniz! Diyorlar ki neden eyleme spreyle gidiyor? Kimse eylem yerlerine ışınlanmıyor. Evden çıkıyorsunuz, apartman boşluğunda, kapının önünde, dolmuşta vs. kim tarafından neye uğrayacağınız beli olmayabilir. Güvenceniz yok; devlet korumuyor. Dolayısıyla kadınlar kendi başlarına bırakılınca savunma mekanizması oluşturmak zorunda kalıyor.
Valilere geniş yetki verilirse…

“Van depreminde pek çok kadın örgütü aktifti ve yardım kayıtlarını tuttukları defter izinsiz polis araması ile yasa dışı örgüt suçlaması ile yargıya havale edildi. İlk mahkemede yargı suç oluşturmadığını söyledi ve davayı iptal etti. Pek çok yerde kadınlar ya da kadın örgütlerini hedef alan valiler var. Yerelde kadın olmak kendine özgü sorunlar içerir. Evden çıkmak ve bir örgütün içinde yer almak daha büyük bir mücadele gerektirir. Siyasi iradenin atadığı valilere böyle yetki verildiği zaman adil bir karar beklemek olanaksız gibi.

“İki yıl önce Trabzon’da kadına yönelik şiddetle ilgili konuşma için çağrılmıştım. Bu süreçten 20 gün önce içişleri bakanlığı bir genelge yayınlamıştı ve diyordu ki tehdit olarak algılanan toplantılara polis girip çekim yapabilir. 10 polis kapıda, 3 araba dışarıda olmak üzere baştan sona toplantıyı çektiler. Bu toplantıyı yapanlar da katılanlar da hedef gösterilmiş oldu. Bir daha kadınlar orada toplantı yapıp haklarına sahip çıkacak durumda olabilirler mi? Ve bugün hükümetin cinsiyet politikaları eşitlikten bu kadar uzak noktaya gelmişken bu ne demektir? Bir, önleyici gözaltına alabilir; iki,  ertelenemez hapis cezası ile içeri atabilir; bu kadar cezaevi niye kuruluyor diye merak ediyorduk.
Fatma Şahin’e sorulması gereken…



2012 yılı başlarında Fatma Şahin’le bakanlığında birsöyleşi yapmıştım. Kadına karşı şiddeti önleme yasası yeni geçmişti. Fatma Şahin yaptığımız o söyleşide, bütün kadınların şiddetten korunacağına söz veriyoruz demişti. Bu sözün yerine gelmediği ortada. Kadınların bu konuda neler hissettiğini İlknur Üstün’e sordum, yanıtları şöyle:

“Kadınlar, politik bir mücadele veriyorlar. Hayatları için istedikleri değişimler, dönüşümler için gerekli düzenlemeleri işin sorumlularına yaptıracak bir yol izliyorlar. 2012’de Fatma Şahin’le kurulan ilişki de bu doğrultuda yürüdü. Kendisi şimdiye kadarki bakanlar içinde kadın örgütleri ile çalışmada en istekli ve istikrarlı olanıydı. Gerçekten çok da emek verdi. Ancak iki şeyi unutmamak gerekir; Fatma Şahin aynı zamanda siyasi biri, partisinin söylemine bağlı kalırken de, kadınlara söz verirken de. İkincisi kişisel olarak istese ve inansa bile bu mesele sadece bakanın şahsıyla sınırlı bir mesele değil. Temsil ettiği bir hükümet ve kamu kurumundan söz ediyoruz. 

"Orada kadın meselesinin ele alınış biçiminden, politikalarının bütününden çok bağımsız bir işleyiş beklemek işin esasını kaçırmak olur. Demem o ki feministler, kadın örgütleri erkek egemenliği ile mücadelelerinde devletin, kamunun da erkek olduğunu tecrübelerinden de bilirler. Devletle, hükümetle kurdukları ilişkilerde de her zaman temkinlidirler. Bütün bunlardan özetle elbette onca mücadelenin çabanın sonunda hala tam istendiği gibi olmasa da feministler çok iyi bir yasanın çıkmasını sağladı. Ve bu yasa temizlenmiş paklanmış işlevsel hale gelmiş ama kullanıma kapatılmış oturma odasına döndürüldü. Kadınların mücadelesinin yanı sıra uluslararası hukukun ittirmesiyle de kadınlar lehine yasalar çıkarılabilir ama ne kadar içselleştirilip uygulandığı bakmak lazım.

Kadınlar nasıl hissediyor?

"Çok öfkeliler. Kolay mı, ya cenaze kaldırıyoruz, ya mezarlık ziyaretindeyiz. Fatma Şahin’e nerede olursa olsun sorulabilecek şey; kendisi soruyor mu hala içinde olduğu partisine, hükümete, bakanlığa bin bir emekle çıkarılmış şiddet yasasının neden gereğince uygulanmadığını. Ve tüm bu yapının temsilcisi olarak verdiği sözü onlara hatırlatıyor mu?    
Fatma Şahin'in yerine bakanlığa gelen Ayşenur İslam'la ilişkiler…

“İlişki olsaydı, nasıl olduğunu da söyleyebilirdim. Ama yok! Bağımsız politik kadın örgütleriyle ilişkilenmiyor. Bunun çok tesadüf olmadığı açık. Bakanlığın kurulduğu 1991’den beri hep bir şekilde kadınların birey olması üzerinden kuruldu ilişki. Devlet bunu her zaman içine sindirmese de. 2011’de malumun ilanına dönen bir kırılma noktası ile bakanlığın adı değişti; kadınların değil “ailenin” bakanlığı oldu. Şiddet yasası ve Fatma Şahin’le çalışma, bakanlıkla kadınlar arasındaki bağın noktası gibi. Yeni bakanı göreve geldiğinde uzun süre basında ne gördük ne duyduk. Sonrası hükümetin aile temelli kadın politikalarına tümüyle uyumlu bir hat çizdi. İstanbul Sözleşmesi olarak anılan Avrupa Konseyi kadına yönelik şiddet sözleşmesinden çekilmekten, en son Özgecan cinayetinde idamın geri getirilmesine dair sözlerine giden yol, kadınlar için umuda değil karanlığa işaret ediyor. Bu yolda kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırmaya yönelik bir adım olmaz. 

"Ayrıca şiddet, koca bir cinsiyet eşitsizliğinin sonuçlarından biri. Eşitlik mücadelesi gerektirir. Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere hükümette koro halinde yükselen kadın erkek eşitliğinin reddi söylemi kadınlar için daha fazla şiddet daha fazla taciz tecavüz demektir. Çalışma yaşamından siyasete sağlık hizmetlerine erişimden, sosyal güvenliğe hayatın dışına attığı kadınları, ailenin içinde ve tüm toplumun bakıcıları - çocuğun, yaşlının, hastanın, engellinin -- olmaları halinde makbul ve var olabilir kılıyor. Ayşenur İslam’ın tutumu tam da buna hizmet ediyor -- hükümet politikalarının devamcısı ve tamamlayıcısı."