26 Mayıs 2015 Salı

HDP ya mecliste olmazsa kaygısı Diyarbakır’da bariz



Bu sefer mülakatım Diyarbakır’dan… Ya da Amed’den. 9000 yıllık geçmişi olan yaklaşık 1,7 milyonluk bir kentten bahsediyorum. Bizans ve Roma kaynaklarında kentin adı "Amid, O'mid, Emit, Amide" olarak anılıyor. Düşünsenize, kentin 65 kilometre kuzeybatısında Ergani ilçesi yakınlarındaki Çayönü Tepesi kazılarında, dünyanın en eski köyü bulunmuş… 

Maalesef kent derin acılarla ilgili tarihi gerçekliği olan binalara da ev sahibi; örneğin, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrası yaşanan işkencelerle ünlü olan Diyarbakır Cezaevi ya da Diyarbakır Askeri Cezaevi…

Kent ve çevresindeki kadim güzellikleri layıkıyla görüp anlamak için Diyarbakır’a tekrar tekrar gidilmeli. Diyarbakır’a (ondan önce de Şanlıurfa ve Mardin’e), Punto24 Bağımsız Gazetecilik Platformu’nun 7 Haziran 2015 genel seçimlerine yönelik olarak nabız tutma turu için geçen hafta gittim, seçilme şansı olan milletvekili adaylarıyla görüşme fırsatı buldum.

Haftalık mülakatımı da Diyarbakır’da, daha önce 2010 yılının Nisan ayında İstanbul’da konuştuğum, şimdi Diyarbakır Barosu Başkanı olan Avukat Tahir Elçi ile yaptım. Türkiye’de gittikçe artan hukuksuzlukları ve bunlarla nasıl mücadele edilebileceğini konuştuk. Elbette konu dönüp dolaşıp 7 Haziran seçimlerine geldi. Elçi, halkın seçim sonrası belirsizlik ve bilinmezliklerden ötürü (özellikle de HDP’nin meclise girip giremeyeceğiyle ilgili olarak) tedirginlik içinde bulunduğunu, bunun da baş müsebbibinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile AK Parti hükümetinin olduğunu belirtti.




Tahir Elçi ile görüşmemiz öncesinde HDP’nin Adana ve Mersin binalarında patlamalar olmuştu. Dolayısıyla seçim güvenliği konusu yine gündemdeydi. Bu konuda Elçi şöyle dedi:

“Adli ve idari makamlara çağrıda bulunduk. Seçim güvenliğini sağlama sorumluluğu hükümete düşer. Saldırılar hiç kimse yarar sağlamaz çünkü zaten dezavantajlı olan bir partiye bu kadar saldırı yapılırsa seçim günü de adil olmaz ve kazanımlar tartışmalı olur. Bu yüzden bütün partiler net bir şekilde tutum almalı.”

Elçi ayrıca Türkiye’nin batısında ve Karadeniz’de, MHP kökenli seçmenlerin HDP’ye saldırılarının biraz da beklenen bir durum olduğunu çünkü siyasetin sağında milliyetçi ve saldırgan bir tabana sahip olan MHP ile Kürt siyasetine dayanan ve 30 yıllık bir savaşın sonunda demokrasiye adapte olmaya çalışan bir partinin seçmenlerinin karşı karşıya gelmesi çok aykırı bir durum değil dedi.

“Ancak son zamanlarda İstanbul’da Gazi Mahallesi’nde bir camiden  -- cami olması önemli değil burada, bir evden, dükkândan ya da cemevinden çıkmış da olabilir -- çıkanların ateşli silah kullanarak insanları yaralaması ve ardından gelen Adana ve Mersin patlamaları olağan değil. Adana ve Mersin baro başkanları ile birlikte patlayıcıları yerinde gördük. Sıradan bir eylem değil; binlerce kişinin zarar görmesinin planlandığı çok açık. Hedeflendiği gibi patlamış olsaydı, binlerce ceset çıkacaktı. Toplumsal kırılganlığı Adana ve Mersin gibi yüksek yerlerde böyle bir olay, Türkiye’yi çok farklı bir yere götürürdü.”



Başbakan Ahmet Davutoğlu, DHKP-C’yi işaret etse de olayın henüz failleri ortaya çıkarılmadı. Elçi, hızla sorumlulların açığa çıkarılması gerektiğini söyledi:

“Olay açığa kavuşmalı ki, toplum rahat bir nefes alsın. Henüz hızlı ve olması gerektiği gibi soruşturma yok. Toplumu manipüle etmek isteyen derin, karanlık güçler olabilir arkasında. Bizim talebimiz aydınlatılması. Halkın iradesi tam ve özgürce sandığa yansımalı.”

Elçi’ye sorduğum bir soru da toplumdaki endişenin nedenleriydi. Bölgede bu çok açık, HDP meclise giremezse ne olacak kaygısı var. Sokakta konuştuğum hemen herkes HDP’ye oy veren genç nüfusu “tutamayız” diyor. Elçi’nin bu konudaki görüşleri şöyle:

“Cumhurbaşkanının açılış törenleri adı altında seçim mitingleri yapması, toplumu rahatsız ediyor. Kendisi de bunun alışılmış bir durum olmadığını söyledi. Cumhurbaşkanının bu davranışının anayasaya aykırı olduğu da apaçık ortada. Bir de Cumhurbaşkanı sert üslubu ile toplumda tansiyonu yükseltip kutuplaşmayı derinleştiriyor. Son bir ay içinde çıkışlarından biri, biz Kürt sorunu hakkında her şeyi yaptık, daha ne istiyorsunuz demesi. Kürt toplumunu ayrımcı ve aşağılayıcı bir üslup bu. Ne demek ne istiyorsunuz? İnsanlar kültürel kimliğini, dilini istiyor, bunların kamusal bir hizmet olarak uygulamaya geçirilmesini istiyor. Sonra da çözüm sürecini İzleme Kurulu yararsız bir şeydir, İmralı’yı daha çok meşrulaştırır diyerek aslında hükümetin yürüttüğü politikayı sekteye uğratan, darbeleyen bir tutum takınıyor. Cumhurbaşkanının bu açıklamaları seçim sürecinde toplumu geriyor ve rahatsız ediyor, ayrıca çözüm süreci denen çalışmayı da zayıflatıyor.



“Herkesin düşündüğü şu: Seçimler umuttur, değişim işaretidir, seçimden sonra yenilenen meclis daha iyi gelişmelere gebedir. Ancak partisi ne olursa olsun herkesin kaygısı da şu: Seçimden sonra başkanlık sistemi denen ve tam olarak ne olduğu anlaşılmayan bir sürece girilecek, herkes bundan rahatsızlık duyuyor. Ayrıca çözüm sürecinde sağlanan çatışmasızlık ortamı sürecek mi diye bir tedirginlik var. Demokratik yenilenme için umut yerine endişeli bir ruh hali hakim.

“HDP ilk defa parti olarak seçime giriyor ve barajı aşmak önemli hedefi. Kürt sorununun çözümü için HDP’nin barajı aşmasının paralel olarak görüldüğü bir atmosferde, HDP az bir puanla barajın altında kalırsa, bu hoş karşılanmaz. Bölgede 50-60 sandalyenin, HDP ile bölgede rakip olan Ak Parti’ye gitmesi durumunda kitleler duygusal kırılma yaşayabilir, infial olabilir. Bu yabana atılacak bir ihtimal değil. Bir hukukçu olarak dileğim haksız ve adaletsiz yüzde 10 baraj kuralına rağmen halkın sonucu sakin karşılaması ve demokratik olmayan tepki içine girmemesi. Selahattin Demirtaş’ın ve zaman zaman hükümet yetkililerinin de da ifade ettiği gibi çözüm sürecinin selameti ve geleceği seçimlerden daha önemlidir. Bu bağlamda büyük bir felaket beklemiyorum Kürt toplumunun tepkileri açısından. Tabi süreç nereye gidecek diye kaygılarımız var.

“AK Parti tabanının da tatmin olduğunu sanmıyorum özellikle başkanlık sistemi konusunda. Eğer demokratik ve objektif bir siyasi partiler yasası olmaz, milletvekili seçimlerini parti lideri ya da başkan belirler, iç demokratik denetimden yoksun partilerden oluşan bir parlamento olur, bağımsız yargı olmaz, basın özgürlüğü olmaz, sivil toplum örgütleri baskı altında olur, yerel yönetimler etkili bir denge unsuru olmaktan yoksun olur, dolayısıyla başkanın gücüne karşı bir dengenin olmadığı bir sistem gelirse, bu ülkeyi demokrasiye değil, bir kaosa ve ancak üçüncü dünya ülkelerinde örnekleri görülen otoriter hatta totaliter bir yönetime doğru götürür; bu da herkesi kaygılandırıyor. Toplum uzun süre konuşup tartışmadan bir başkanlık sistemine geçilmemesi gerekir diye düşünüyorum.”

Tahir Elçi’nin özellikle Güneydoğu’da toplumun beklentilerine ve kaygılarına dair anlattıklarından çıkanı tekrar edeyim: Halk seçim sonrası demokratik yenilenme olacak diye umut taşımak yerine ne olacağı tam olarak anlatılmayan bir başkanlık sistemi acaba neler getirecek, çözüm süreci ilerleyecek mi diye kaygılar içinde.

2010'dan sonra değişenler...

Bahsettiğim gibi Tahir Elçi ile ilk mülakatımızı 2010yılının Nisan ayında İstanbul’da yapmıştık. O zaman çok umutluydu, çünkü faili meçhul cinayetlere ilişkin yürütülen soruşturmanın derinleştirilerek ilerleyeceğine inanıyordu ve 1990’lı yıllarda Güneydoğu’da avukatlık yaptığı dönem için şöyle diyordu:

“1992 ve 1993’de Cizre’de ve Şırnak’ta babası, eşi, çocuğu ya da başka bir akrabası kayıp ve büyük ihtimalle de yargısız infaz kurbanı kişilerle her gün karşılaşıyordum.”
Çoğumuzun İstanbul’da gördüğü de Galatasaray Lisesi önünde yüzlerce oturma eylemi yapan Cumartesi Anneleri oluyordu. Onlar muhtemelen yargısız infaz kurbanı olan kayıp çocuklarını arıyor ancak kemiklerine bile ulaşamıyor, mezarlarında yas tutamıyorlardı.

Peki, kimin işiydi bu yargısız infazlar?

Kısaca JİTEM ya da Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele – Jandarma Genel Komutanlığı’nın inisiyatifiyle terörle mücadele faaliyeti yürüttüğü için kurulduğu söylenen, varlığı uzun süre doğrulanmamış olan ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturma sayesinde, 2011’de varlığı kabul edilen, 1987’de kurulduğu ortaya çıkan “kurum.”

Bu bilgiler, emekli Albay Arif Doğan’ın açıklamaları sonucu ortaya çıkmış, Doğan JİTEM’i kendisinin kurup kendisinin dondurduğunu söylemişti.

Bu konuda bir diğer önemli isim de eski JİTEM elemanı olarak ifade veren ve bölgedeki cinayetlerin yüzde 80’inin JİTEM tarafından işlendiğini iddia eden Abdülkadir Aygan. Cinayet sayısı bazı kaynaklara göre binlerce, bazılarına göreyse 17,500. Sayı ne olursa yapılanlar korkunç; faillerin ortaya çıkarılmaması, adaletin yerine gelmemesi de acıları kat kat arttıran başka bir felaket.

Tahir Elçi “faili meçhul cinayet” olarak söz edilen yargısız infaz ve zorla kaybettirme olaylarının faillerinin ortaya çıkarılması konusunda artık umutsuz. Bu konuda ümit veren bir gelişme, Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen Albay Cemal Temizöz (Dönemin Cizre İlçe Jandarma Komutanı) ve diğerleri davasıydı. Sanıklar, Şırnak’ta 1993-95 yılları arasında 20 kişinin gözaltında kaybedilmesi ile ilgili olarak; suç işlemek amacıyla örgüt oluşturma ve bu örgüte üye olma, adam öldürmeye azmettirme ve adam öldürme suçlarından yargılanıyorlardı. Hakkında 5 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenen, ayrıca Balyoz davasında da 18 yıl hapis cezası kesinleşen Temizöz geçtiğimiz yıl 5 yıllık tutukluluk süresi dolduğu gerekçesiyle tahliye edildi.

Yargısız infazlar ve zorla kaybetme olaylarına ilişkin zamanaşımının sonuna gelindiği için adli makamların elini çabuk tutması gerekiyordu. Bu yapılmadı. 1990’lı yıllarda ve öncesinde devlet ajanları tarafından işlenen işkence, faili meçhul, köy boşaltma, zorla kaybetme suçlarının birçoğu hakkında, zamanaşımı gerekçesiyle takipsizlik kararı verildi veya verilmeye devam ediliyor. 

Benzer davaların akıbetini izlemek için son derece faydalı bir blog var: http://failibelli.org/

Türkiye’nin faili meçhulleriyle yüzleşmesi sağlanamazsa, toplumsal barış gerçekleşmeyecek, sadece umut olarak kalmaya devam edecek. Bunu insan hakları ve demokrasi alanında öncü çalışmalar yapan pek çok kurum ve kişi söyledi.

Ne yazık ki, Türkiye’de Kürt sorununu sadece PKK ile çatışmaya indirgeyen ve PKK’nın ortaya çıkma nedenlerini görmezden gelen bir görüş hala mevcut. Bu konuda görüşleri kemikleşmiş olanlara artık diyecek bir söz yok ancak bir parça merakı ve ilgisi bulunan olağan vatandaşa insanlık görevi adına işine yarayacak birkaç anahtar kelime öneriyorum: Diyarbakır Cezaevi, Güçlükonak Katliamı, Şemdinli olayı, Musa Anter cinayeti… 

Sadece başlangıç için...

17 Mayıs 2015 Pazar

Oy ve Ötesi: Oy benim! Saymak da görevim



Bu haftaki konuğum Oy ve Ötesi kurucu üyelerinden ve derneğin sözcüsü Sercan Çelebi. Gezi olaylarından sonraki süreçte sadece 8 kişiyle kurulan Oy ve Ötesi, 30 Mart 2014 yerel seçiminde İstanbul’da başardığı örgütlenmeyle 30 bini aşkın gönüllüyü organize etmeyi başardı. Bu defa hedefi oldukça yüksek: 120 bin gönüllü.

Oy ve Ötesi, seçmen yoğunluğu ve sandık başının seçim sonucuna doğrudan etkisini göz önüne alarak 162 ilçeyi öncelikli olarak belirledi. Bu ilçeler 45 ile dağılmış durumda ve 12 bin okulda 106 bin sandığa tekabül ediyor.

Türkiye’deki seçmenlerin yarıya yakını seçimlerin şeffaf ve adil bir ortamda gerçekleşeceğine inanmıyor. Bu sorunu aşmak ancak oylara sahip çıkmakla, seçim sandığını gözlemek ve denetlemekle mümkün. Sercan Çelebi herkesi bunun için göreve çağırıyor ve gücünü bütün siyasi bütün siyasi partilere eşit mesafede durmaktan aldığını belirtiyor.

Gönüllü olmak, sandık gözetmeni olmak Oy ve Ötesi Sayesinde çok kolay; internet sitesine girip bir kaç adımı izlemeniz yeterli.


 *** 7 Haziran seçimlerini kritik olarak tanımlıyorsunuz, neden?

Kritik olmasını Oy ve Ötesi açısından şöyle tanımlıyoruz; sandık gününün güvenliği açısından kritik. O da şu demek: Sandık başındakilerin kullanılacağı insiyatif; ve tutanaklarda bilinçli veya bilinçsiz yapılabilecek hatalardan kaynaklanan farklılıkların boyutu seçim sonucuyla ilgili büyük şeyleri değiştiriyor mu? Bu tanıma göre 7 Haziran seçimi kritik. Yüzde 10 baraj hedefinden, 330 milletvekili hedefine kadar siyasi partilerin çok ince hesaplara dayanan farklı hedefleri var. Birçok ilde milletvekili değişme oranları çok küçük oy farklarına dayanıyor. Dolayısıyla bu seçimde sandık güvenliği, doğru oy verme ve sayım süreçleri tüm siyasi partiler ve seçmen için çok önemli. O yüzden de bu organizasyonu gücümüz yettiği kadar yaymaya çalışıyoruz.

*** Oy ve Ötesi’ni bağımsız ve partiler üstü bir yapılanma olarak tanıtıyorsunuz…

Daha doğrusu Oy ve Ötesi bütün siyasi partilere eşit mesafede bir yapılanma. Türkiye’nin epey bir demokrasi birikimi var ve her şeye bir anda çözüm getireceğiz gibi bir iddiamız yok. Bizim iddiamız şu: Siyasi partilere eşit mesafede ve gerçekten bağımsız, tarafsız bir organizasyon seçim gününü denetlerse, seçim gününün kanun ve yönetmeliklere göre olması gerektiği gibi geçmesini sağlarsa, seçimin ertesi günü 8 Haziran’da uyandığımızda toplum olarak seçime olan güvenimizi pekiştirmiş olacağız.

*** Bunun için yapacaklarınızı seçim gününde ve sonrasında diye ikiye ayırmak mümkün. Anlatır mısınız?

Seçim günü gözümüzün önünde olanlar: Oy kullanma ve sayımı sırasında olanlar. Bu yaşlı seçmenlere refakat edilmesinden tutun da okuma-yazma bilmeyenlerle kabin alanına girilmesi ve pusulaların fotoğrafının çekilmesine kadar, ayrıca olmaması gereken şeylerin engellenmesi – A partisine giden oyun B partisine yazılması, geçerli/geçersiz oy tartışmaları sırasında sandığa daha hakim olan siyasi partinin insiyatif kullanabilir durumda olması -- gibi durumlara biz siyasi partilerden bağımsız olarak ve yasaya dayanarak müdahil oluyoruz. Ayrıca resmi sonuçlar yayınlandığı noktada gözlemciliğini yaptığımız 106.000 sandığın elimizdeki sonuçları ile resmi sonuçlar arasındaki bağlantıyı görebilmek; ve bilinçli veya bilinçsiz farklılıklar varsa bunlarla ilgili gerekli süreçlerin başlamasını sağlamak.



*** Mecliste grubu olan bütün siyasi partilerle konuştunuz ve yapacaklarınızı anlattınız. Ne ölçüde destek alabildiniz?

AK Parti, MHP, CHP, HDP sonra Liberal Demokrat Parti, Anadolu Partisi ile… Hepsine ne yaptığımızı anlattık. Bazıları başlattığımız ve süreklilik kattığımız bu gönüllü organizasyonun başarısını takdir ediyor tabii.

*** Onlardan bekledikleriniz neler?

Birkaç şey bekliyoruz: Sahadaki çalışmalarımızdan haberdar olsunlar ve örgütlerini bundan haberdar etsinler çünkü sivil denetim alışılmış bir şey değil; o yüzden Oy ve Ötesi’ni bilmeleri lazım ki seçim günü sürtüşme yaşanmasın. İkincisi, 298 sayılı Seçim Kanunu’na göre Oy ve Ötesi gönüllülerinin sandıktaki varlığı müşahitlik üzerinden yürüyebilir, ve Seçim Kanunu müşahitlik görevini ve hakkını siyasi partilere bağımsız aday gibi veriyor. Biz siyasi partilerden müşahitlik kontenjanları alıyoruz. Biz de partilerden müşahitlik kartları istiyoruz. Üçüncüsü ve son olarak bize tanınmayan ama siyasi partilere tanınan haklara göre bilgi erişimi konusunda destek istiyoruz – hangi okullarda seçim olacak, bu okullarda kaç sandık olacak, vb.

*** Destek almadığınız tek parti Türkiye’nin en büyük partisi olan AK Parti mi?

Kendilerinin çok kuvvetli bir müşahit organizasyonları  var; 800 bin kadar müşahitleri olacağını söylüyorlar. Hareketimizden haberdarlar.  AK Parti’den lojistik destek almıyoruz ama destek almadığımız tek parti AK Parti değil.


*** Hangi bölgelerde organize olmakta zorlanıyorsunuz?

Oy ve Ötesi 7 Haziran için 45 ilde organize olacak. Bölge olarak zorlandığımız yerler İç Anadolu bölgesi, özellikle Konya ve Kayseri civarı; Güneydoğu’nun bazı yerleri, Urfa ve Mardin, Batman ve Adıyaman; bir de Kuzey Akdeniz ve iç Ege civarında Isparta, Afyon gibi yerler. Sivil toplum kültürünün zayıf olduğu, siyasete dair bir şeyler yapmak isteyen insanların bunu insanların sadece siyasi partiler üzerinden yaptığı yerlerde zorlanıyoruz. O nedenle iki türlü çağrımız var, bir organize olmakta yardım etme ve ikincisi kuvvetli olduğumuz yerlerde sandık başında görev almak üzere gönüllülere ihtiyacımız var. Nerede olursa olun katılın diyoruz.

*** Neden 45 il?

Organizasyonumuzu ilçeler üzerinden önceliklendirdik. Türkiye’nin 970 ilçesinden seçmen sayısı en fazla olan ilçeleri aldık. Bunun üzerine kritik dediğimiz birinci ve ikinci siyasi partiler arasında son seçimlerde oy farkı en az olan, yüzde 3 veya daha az, olan ilçeleri aldık. Bu gerçekten objektif bir seçim çünkü bu seçimi hangi siyasi parti olduğundan bağımsız olarak yaptık. Seçmen yoğunluğu ve sandık başının seçim sonucuna doğrudan etkisi olarak iki faktör var. Bu iki faktöre göre 162 ilçeyi önceliklendirdik ve bu 162 ilçe, 45 ile dağılmış durumda; burada da 12 bin okul ile 106 bin tane de sandık var. Başarıya ulaşmamız için 120 bine yakın gönüllüye ihtiyaç var.

*** Son verilere göre kaç gönüllünüz var?

Şu anda 20 bine yakın gönüllümüz var ama dediğim gibi 120 bin gönüllüye ihtiyacımız var.

*** 81 ilin 45’inde varsınız ama gerisinde yoksunuz ve daha çok gönüllüye ihtiyacınız var. Bu endişelendirici değil mi?

Endişelenmenize sevindim çünkü Oy ve Ötesi kendi kendine yürümüyor, işler ancak gönüllülerle mümkün. İyi bir tablo çizdiğinizde insanlar pasif takipçi oluyor ve nasılsa işler yürüyordur diyorlar. İnsanlar bu konu hakkında endişelenmeli ve gönüllü olmalı. 30 Mart seçimi için İstanbul’da gönüllü olanların sayısı 33 bindi ve seçim günü 28 bin gönüllü çalıştı. Cumhurbaşkanı seçiminde gönüllü sayısı düştü. Bu seçimde ise rüzgar döndü.

*** 7 Haziran’a kadar gönüllü sayısındaki artış beklentiniz ne kadar?

20 bini üçe katlayacağımıza ve bu sonuçla da hedefimiz olan 106 bin sandığın sonuç tutanaklarına erişeceğimize inanıyoruz.



*** Bu katıldığınız üçüncü seçim olacak ancak arada bir de tekrarlanan Yalova seçimini gözlemlediniz değil mi?

Evet, 30 Mart yerel seçimini sadece İstanbul’da gözledik. 2014 Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimini Türkiye’nin en büyük 6 ilinde gözlemledik: İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa ve Antalya. Bu gözlemleyeceğimiz üçüncü seçim olacak ve hedefi epey yükselttik.

*** Sandık Başındayız da 30 Mart’ta sandık gözlemi yapan başka bir sivil toplum kuruluşuydu, değil mi?

Oy ve Ötesi ile Sandık Başındayız 30 Mart’ta işbirliği yaptı. İstanbul’da 33 bin gönüllü başvurumuz vardı. Ankara’da da Ankara’nın Oyları diye bir organizasyon vardı. Ankara’nın Oyları ile irtibattayız; Sandık Başındayız ile birleştik. Bu konuya hassas yaklaşıyoruz. Siyasi partilere eşit mesafede olmak konusu zaten zor bir konu ve işbirliklerinde bunu yönetmek daha da zor.

*** 30 Mart seçimine yönelik İstanbul Kağıthane’deki sandıkların bir kısmı ile ilgili olarak bir ceza davası hala sürüyor değil mi?

Medyaya da yansıyan süreçte; Kağıthane’de 36 sandıktaki 1600 oyda kayma olduğu tespit edilmiş;  Bu da CHP veya başka partilerden AK Parti’ye olmuş. 28 sandığın başkanı yargıda ve bir sandık kurulu başkanı oylarla oynandığını itiraf etti.

*** Ankara’daki sandıklarla ilgili olarak işlerin doğru yapılmadığına dair pek çok iddia vardı. Sonuca ulaşan oldu mu?

30 Mart Yerel Seçimlerinde Oy ve Ötesi olarak sadece İstanbul'daydık.


*** Feyz aldığınız uluslararası bir kuruluş var mı?

Uluslararası Yerel Seçim Gözlemcileri Ağı var (Global Network of Domestic Election Monitoring– GNDEM). Yerel seçimlere yönelik, bu iş böyle yapılır diye 29 kriterleri var ve seçim günü bunlardan sadece bir tanesi. Seçim günü öncesinde de seçimlerin şeffaf ve güvenilir yapılmasını sağlayacak pek çok kriterleri var. Biz de bu defa sadece seçim gününe odaklanmayacağız ve seçim günü ötesinde de, medya kullanımları, devlet kaynaklarının kullanımı, seçim kampanya finansmanı gibi konularda başka sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yaparak – Türkiye’de Denge Denetleme Ağı, Transparency International, Ortak Gelecek İçin Diyalog Derneği (Doğruluk Payı diye bir projeleri var) gibi – seçimden sonra ortaya bütün tabloyu çıkaran bir rapor sunacağız.

*** Türkiye Tutanak Teyit ya daT3 denen bir sistemle de seçim sonuçlarını teyit edeceksiniz. 
Türkiye’de ilk defa böyle bir uygulama olacak değil mi?

Bildiğimiz kadarıyla dünyada ilk. Bu sistemle sandık sonuçları ve tutanakları karşılaştıracağız. 8 Haziran’da kamuoyu ile şunları paylaşacağız: Sandık başı sonucu; resmi sonuç; ve tutanağın fotoğrafı.

*** Sisteminize siber saldırı olabilir mi?

Buna açık olmayan hiçbir sistem yok dünyada.

Seçime güvensizlik büyük sorun

*** Seçim günü yaklaştıkça, Monday Talk için mülakat yaptığım gözlemcilerle konu seçimde oy güvenliğine geliyor ve hepsi de oy güvenliği olmayacağına, oy kaymaları olacağına dikkat çekiyor. 
Bu görüşlere katılıyor musunuz?

Bir kısmına katılıyorum, bir kısmına katılmıyorum. Koç Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Çarkoğlu’nun yeni bir araştırması var. Buna göre Türkiye’deki seçmenlerin yüzde 43’ü seçimlerin şeffaf ve adil bir ortamda gerçekleşeceğine inanmıyor. Seçmenlerin yüzde 80 ve daha fazlasının oy kullandığı bir ortamda seçmenlerin yarısının seçimin adil bir ortamda gerçekleşeceğine inanmaması çok büyük bir sorun.

*** Ayrıca seçime güven duymayanların sayısı artıyor değil mi?

Evet, 2007 ile 2015 arasında güvensizlik oranı yanlış hatırlamıyorsam yüzde 27’den yüzde 43’e çıkmış. Ali Çarkoğlu şunu söylüyor daha önceki yıllarda Türkiye’nin oranları ABD ile kıyaslanırken şimdi Rusya ve Ukrayna ile kıyaslanıyor. İnsanların genel olarak sisteme güvensizliği seçime yansıyor. Seçim günü doğru bir sistem kurulduğu takdirde takip edilebilir bir süreç. Takip etmenin zaten avantajı sistemin doğru işlemesini önleyici girişimlere karşı caydırıcı olması.

*** Ana muhalefet partisi CHP yetkilileri, 2 milyon seçmenin kayıp olduğu, fazla oy pusulası gibi seçim güvenliğinin tehdit altında bırakan uygulamalar olduğunu söylüyorlar. Bunlara katılıyor musunuz?

Bizim nüfus kayıtları ile ilgili bir çalışmamız yok ve uzmanlık alanımız değil. Ancak şunu biliyoruz: Yüksek Seçim Kurulu siyasi partilerle seçmen bilgilerini paylaşıyor ve bu seçmen listeleriyle seçime giriyorum diyor. Eğer siyasi partilerin bununla ilgili tereddütleri varsa – azalan artan seçmen sayıları, yanlış adreslerde gösterilen seçmenler – saha teşkilatlarıyla beraber bu listeleri kontrol etmeleri gerekiyor; en azından istatistiki bir çalışma yapmaları gerek. 56.6 milyon toplam seçmen, 2.8 milyonu yurt dışında, geriye Türkiye’de olan yaklaşık 54 milyon seçmen kalıyor. Bunlarla ilgili yüzde 1’e dokunan bir istatistiki çalışma yapmalılar ve ortaya çıkan sonuçları paylaşıp sonra sormalılar. Ben böyle bir çalışma görmedim.

Fazla pusula 56.6 milyon seçmen için sanırım 74 milyon oy pusulası basılacak. Bunlar yanlış ve geçersiz pusulalar gibi durumlar için fazla basılıyor. 74 milyon pusulanın ne akdarı kullanıldı, ne kadarı kullanılmadı ve imha edildi paylaşılması gerek, ancak bu konuda şeffaflık olmadığını, bilgi almak isteyen siyasi partilere bilgi verilmediğini duyuyoruz. İkincisi, eğer sandık başında doğru takip mekanizmaları olmazsa yani siyasi partiler birbirini denetleyecek şekilde organize olmazlarsa ve o sandığa kaç pusula geldiği, kaç tanesinin kullanıldığı ve kaç tanesinin geçersiz veya boş kaldığı not edilip kayıt altına alınmazsa bu sefer gelmeyen seçmenler yerine oy kullanma, o sandıkta olması gerekenden daha çok sayıda oy çıkması gibi durumlar yaşanabiliyor. Bunun sebebi sandık başında doğru denetleme mekanizmasının olmamasından kaynaklanıyor.

Elini taşın altına koymazsan...

*** Oy ve Ötesi için kurucu olmaya nasıl karar verdiniz? Kişisel nedenleriniz var mı?

Hepimizin kişisel nedenleri var. Buluştuğumuz ortak bir nokta vardı; Gezi’yi yaşadıktan sonra toplumun büyük bir bölümü siyasetten, hukuktan izole yürüttüğü hayatları o şekilde devam ettiremeyeceğini gördü. Etrafımızdaki özgürlük alanı daralıyordu ve bizler süreçlerin bir parçası olmadığımız sürece, ister siyasi partiler ister sivil toplum üzerinden, elimizi biraz taşın altına koymadığımız sürece özgürlük alanının daha da daralacağını gördük. Gerçekten çözülebilecek bir sorunu çözmek için sürdürülebilir bir şekilde organize olalım istedik. Oy ve Ötesi bu şekilde ortaya çıktı.

*** Mali kaynaklarınızı nasıl oluşturuyorsunuz?

Kurumsal bağış almıyoruz. Hollanda ve İsveç kaynaklı demokrasiyi geliştirmeye yönelik fonları kullanıyoruz ancak bunlar çok yetersiz kalıyor. Asıl maddi destek bu işe zaman ayıramayan ama para veren  kişilerden bireysel bağış olarak geliyor.

*** Kurucu üyelerinizin profilini nasıl tarif edersiniz? 10-15 kişi binlerce kişiyi örgütleyecek kapasiteye nasıl ulaştı?

Oy ve Ötesi'ni 8 kişi kurduk ama şu anda 50'ye yakın kişi koordinasyonda çalışıyor. Herkes gün içinde işinde, mesai sonrasında ise Oy ve Ötesi'nde. Gönülden bağlı 50'ye yakın kişiyiz, gönül ve heyecan olmasaydı binlerce kişilik kapasiteye ulaşamazdık. Profili böyle tanımlayabilirim.

Söyleşimizin İngilizcesi burada.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

7 Kasım 1982’den 7 Haziran 2015 seçimine



Bu haftaki konuğum Haluk Özdalga ile karşılıklı oturup söyleşiye başladığımızda ilk sorum, yeni kitabındaki (Çoğulcu Toplum ve Demokrasi) ilk bölümde 12 Eylül 1980 askeri darbesine yaptığı göndermeler oldu çünkü şöyle diyordu:

“Şimdi bir kez daha temel hak ve özgürlüklerin ezildiği, hukuk devletinin askıya alındığı, demokratik rejimin meşruiyetini yitirdiği bir dönem yaşıyoruz.”

Birey devlet karşısında 1980’li yıllardan beri bu kadar güçsüz olmuş muydu diye sordum?

Özdalga şöyle yanıtladı:

“80’lerden beri değil, Türkiye çok partili rejime geçtiği 50’lerden beri devlet ve siyasi iktidar özgürlükleri hiç bu kadar ağır baskı altında tutmamıştı. 50’lerden beri bu kadar kaba ve fütursuz bir şekilde anayasanın ihlal edildiği, kanunların ihlal edildiği, mahkemelerin kaba bir şekilde iktidarın ermine bağlandığı bir dönem yaşamadık; medyanın bu kadar ağır bir tehdit altında olduğu bir dönemi yaşamadık. 50’ler, 60’lar, 70’leri ve askeri diktatörlüğün olduğu farklı dönemleri düşünün, basın ve ifade özgürlüğü bu kadar ayaklar altına alınmamıştı.

Tabi bunun ardından hemen Kürt sorununun devlet tarafından inkâr edildiği, Kürtlerin büyük baskılar altında ezildiği 80’li ve 90’lı yılları sormam gerekti. Yanıt:

“Evet, Kürt Bugün Kürt sorunu bakımından çok zor yıllardı. Bugün Kürt sorununun tartışılması Kürtlerin kendi mücadelesi sayesinde mümkün. İfade özgürlüğü ya da yargı özgürlüğü açısından bakarsanız, o kalmadı. Hükümet Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu da (HSYK), Yargıtay’ı da kendine bağladı ve özel mahkemeler olan Sulh Ceza Hakimlikleri’ni kurdu. Ayrıca iktidara karşı eleştirisi olan şirketleri ezdi. Ne askeri dönemde ne de 1950’lerin Demokrat Parti döneminde böylesi yapılmamıştı.”




Söyleşimizin üzerinden iki gün geçti, 12 Eylül darbesinin mimarı Kenan Evren’in ölüm haberini aldık. Sosyal medyada bu konuda görebildiğim ilk oluşan etiket (“hashtag”) #kötübilirdik oldu… Bunun nedeni sayılarla ifade edilemeyecek denli acı. Olanların tek sorumlusu Evren olmamasına rağmen, kendisi en önemli aktör. TBMM darbeleri araştırma komisyonunun 2012 raporlarını merak eden olursa uyarayım, sarsılmadan okumanın imkânı yok. Yaşananları bir nebze somutlaştıran rakamlar şöyle:

650.000 kişi gözaltına alındı; 1 milyon 683 bin kişi fişlendi; açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı; 7 bin kişi için idam cezası istendi; 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı.

İdam edilenlerin arasında tarihe en çok damga vuran 17 yaşındaki Erdal Eren oldu. Kenan Evren bu kararlarını savundu. 2006 yılında bir televizyon programında ise şöyle dedi: "Vicdan azabı çekmedim. O idam edilenlerin niçin idam edildiğini bir bilseniz. Elim titremedi, elimiz titremedi."
Darbe liderlerine yargı muafiyetinin anayasadan kaldırılmasının ardından 2012 yılında hakkında hazırlanan iddianamede ise işkence ile ilgili sözleri akılla alay ediyordu:

"Evet, itiraf ediyorum. Hapishanelerde işkencelere engel olamadık. Birçok insan bu yüzden sakat kaldı, öldü. O kadar rica ettik. Yapmayın filan diye. Ama bizi dinlemediler. O gardiyanlar yok mu; ah o gardiyanlar... Onlar yapıyorlardı (...) İşkence yaptılar. Fena muamelede bulundular. Çok rica ettik, yapmayın falan dediysek de maalesef dinletemedik, bu müessif olaylar oldu."

Kenan Evren’in nasıl cumhurbaşkanı yapıldığını hatırlayanlar biliyor. 7 Kasım 1982’de halk oylamasına sunulan Anayasa’ya, Evren’in cumhurbaşkanı seçilmiş sayılması da bir hüküm olarak kondu. Darbeciler, çıkardıkları “1982 Anayasası’nın Halk Oyuna Sunulması Hakkındaki Kanun” la, Anayasa tasarısı lehinde propagandayı serbest bırakırken, eleştirilmesini yasakladılar.  “Oy kullanmama” yani boykot seçeneğine karşı da oy kullanmayanların beş yıl süre ile seçme ve seçilme haklarından yoksun bırakılmalarına dair bir madde kanuna eklendi. Sonuç: Katılım oranı yüzde 90’ın üzerinde, yeni Anayasa’ya onay yüzde 91.



Bugün neredeyiz?

Monday Talk konuğum Haluk Özdalga bir sosyal demokrat. Yıllarca Demokratik Sol Parti (DSP) ve Cumhuriyet Halk Partisi’nde(CHP) üst düzeylerde çalıştı; burada hep sosyal demokrat programların uygulanması için çaba gösterdi ancak bunun “nafile” bir çaba olduğunu anlayınca bu yoldan ayrıldı ve 2007’de AKP’ye katıldı.  

Özdalga’nın CHP ile ilgili eleştirilerini 2010’daki bir söyleşimizde de dile getirmişti.

AKP ile bağlarını kopardıktan sonra 2014’ün başında da bir söyleşi yapmıştık.

Bugün şunları söylüyor:

“AKP, 2002’de iktidara geldikten sonra başarılı bir performans sergiledi. O döneme yükseliş dönemi diyorum. Benim Türkiye’de sosyal demokratlar için önerdiğim pek çok politikayı uygulamaya başladı – sonuca götürdü demiyorum. Bunun üzerine Tayyip beyin davetiyle AKP’ye katıldım. 2007-2011 arasında, AKP duraklama dönemine girdi. 2011’den sonra da tamamen yanlış işler yapmaya başladı ve çöküşe girdi. Tayyip Erdoğan 2011 sonrasına ustalık dönemi dedi ve AKP’nin dönemsel gelişimini çıraklık, kalfalık ve ustalık olarak lanse etti. Ankara’nın Polatlı ilçesi, benim seçim bölgemde, bu sloganı bir küçük esnaf söylemişti ve ben bunu genel merkeze getirdim, Tayyip Erdoğan’ın çok hoşuna gidince kullandı. Asıl sahibi o küçük esnaf. Şimdi görüyoruz ki, yükseliş, duraklama ve çöküş dönemi var. AKP bir çöküş döneminde ve bundan artık dönüş yok. AKP bitiyor. 7 Haziran bu sürecin bir aşaması olacak. AKP gibi yüzde 50 oy almış bir partinin hemen çökmesi beklenemez. Ancak Türkiye’yi yönetemiyor ve ülke bir krizin içinde. Ülke bu krizden çıkar ama bedeller ödeyecek.”



Ağır bedeller

Özdalga’ya bu ağır bedellerin neler olabileceğini sordum:

“Daha dibe vurmadık, işler kötüleşecek. Türkiye düşüş yaşıyor. Ekonomi kötüye gidiyor. Büyüme durdu, işsizlik artıyor, ihracat düşüyor, borçlar artıyor; hep beraber daha çok fakirleşeceğiz. Hiç suçsuz insanlar hapse atılıyor; hakimler kararları nedeniyle hapse atılıyor. Medya üzerindeki baskılar daha da yoğunlaşacak. Kürt meselesi konusunda kriz daha da artacak. Kürtlerin ezici bir çoğunluğu Avrupa Birliği üyesi yolundaki bir Türkiye’den ayrılmak istemezler ama bunun tersi de geçerli. Demokrasinin olmadığı ve tek adamla baskı rejiminin sürdüğü bir ülkede ‘ben kendi dilediğim rejim içinde yaşarım’ diyenlerin sayısı da artacak.”

Özdalga ile son konuştuklarımız özetle şöyle (İngilizcesi de burada):

*** Kamuoyu araştırmalarında halkın seçim güvenliğine inanmadığı sonucu çıkıyor.

Türkiye’de hukuk güvenliği kalmadı. Hukuk güvenliğinin kalmadığı yerde seçim güvenliği de olmaz. Oy sayımları doğru yapılmayacak. Bu ne kadar bir oy kaymasına neden olacak bunu ancak tahminle anlamaya çalışacağız.

*** Seçimden beklentileriniz?

Üç seçmenden 2’sinin oyunu 2 büyük parti alacak. Birincisi AKP ve Türkiye’yi yönetme kapasitesini kaybetti. İkinci parti, ana muhalefet partisi, onların da Türkiye’yi yönetmesi mümkün değil. Türkiye’yi yönetebilecek bir siyasi teşkilatlanma yok. Seçim sonucu ne olursa olsun kriz devam edecek.

HDP’nin barajı geçmesi kritik

*** HDP’nin barajı geçmesi kritik değil mi?

HDP’nin barajı geçmesi kritik. Ancak daha geniş bir perspektiften baktığımızda, Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz HDP barajı aşsa da aşmasa da değişmeyecek. HDP’nin barajı aşması ve Kürtlerin parlamentoda temsil edilmesi siyasi adalet ilkesinin bir gereği. Eğer parlamentoya girmezlerse, Türkiye’de siyasi istikrarsızlık riskleri daha da artacak çünkü Doğu ve Güneydoğu’da ve ülkenin her tarafında Kürtler arasında tatminsizlik daha da artacak. Ayrıca HDP barajı geçmezse, başka partiler kazanmadıkları milletvekillerini haksız olarak Ankara’ya gönderecekler ve bu da başka bir adaletsizlik olacak. Bütün bunlar insanların adalet duygusunda bir tahrike yol açacak.
HDP barajı geçse de geçmese de AKP 330 milletvekilini elde edip anayasayı değiştirecek çoğunluğu elde edemez. Bunu kamuoyu araştırmaları gösteriyor. Tayyip Erdoğan’ın anayasayı değiştirerek başkanlık sistemini getirmesi mümkün değil.

*** MHP bu konuda AKP’ye destek verir mi?

Hayır, vermez, bu konuda tavrı çok net.

*** Tayyip Erdoğan neden başkanlık sistemini istiyor?

Türkiye’nin başkanlık sistemine ihtiyacı yok, bu Tayyip Erdoğan’ın kişisel ihtiyacından kaynaklanıyor.

*** Bu ihtiyaç nereden kaynaklanıyor?

Erdoğan hem cumhurbaşkanı, hem başbakan hem de parti genel başkanı olmak istiyor. Her şeyi kendi avcu içine almak istiyor. Bunun da karşılığı kendi yaratacağı Türk tipi başkanlık sistemi.

'Erdoğan hedefine ulaşamayacak'

*** Hükümetin yolsuzluk dosyaları epey kabarık. Erdoğan başkanlık sistemini olası soruşturmalara karşı kalkan olsun diye istiyor olabilir mi?

17-25 Aralık olduğu zaman söylemiştim, ağır suçların üzerini örtebilmek ve onların hesabını vermekten kaçabilmek için Erdoğan baskı rejimi kuracak demiştim. Hepimiz ağır bedeller ödeyeceğiz ama Erdoğan hedefine ulaşamayacak çünkü Türkiye’nin gelişmişlik düzeyi ve içinde bulunduğu koşullar Tayyip Erdoğan gibi bir tek adam tarafından teslim alınmasını mümkün kılmıyor.
Erdoğan’ın da sorumlu olduğu bu yolsuzluk ve rüşvetleri örtmenin yolu kendisinin iktidarda kalmasından geçiyor. Ayrıca kendisi mutlak iktidarı tutmak istiyor. Erdoğan AKP’yi kurarken yola çıktığı arkadaşlarıyla yolları ayırdı – bir Abdullah Gül vardı, bir Bülent Arınç vardı, bir Abdüllatif Şener – hepsi birer birer elimine edildiler. AKP’nin kurulduğu yıllarda en önemli özelliklerinden biri parti lideri olan Erdoğan’ın eşitler arasında birinci olmasıydı ancak zaman içinde Erdoğan, izlediği bilinçli planlarla bunu değiştirdi ve AKP’yi geleneksel siyasi parti rolüne dönüştürdü. Erdoğan AKP’de tek adam haline geldi.

*** Türkiye’nin en hayati sorunu olarak Kürt meselesini görüyorsunuz…

Türkiye’de en hayati mesele Kürt sorunu. Bu konuda herhangi bir programa sahip olmayan bir partinin sosyal demokrat olması mümkün değil. CHP’nin Kürt sorunuyla ilgili bir programı yok. AKP de Kürt meselesinde de sorun çözme kapasitesine sahip olmadığını gösterdi. 2002’de iktidara geldiğinde Kürt sorununu çözmek için bazı adımlar attı ama durdu sonra. Cesur ve demokratik adımlar atılması gerekir. AKP reformlar yapmak yerine Abdullah Öcalan’la pazarlık yaparak Kürt sorununu çözebileceği hayaline kapıldı.

'AKP, Kürtleri karşısına aldı'

*** HDP bir Türkiye partisi olduğunu söylüyor. Oldu mu sizce?

Önce kendi kararlarını kendisi alabilen bir parti olması gerek. HDP o noktada değil, PKK’ya bağlı. İdeolojik olarak da PKK Marksist, Stalinci ve totaliter köklerden gelen bir parti ve bunu tamamen atabilmiş değil. Öngörülebilir bir gelecekte sosyal demokrat bir parti olabileceğini göremiyorum. 7 Haziran’da Kürtlerden aldığı oyları ciddi oranda arttıracak ve AKP’ye oy veren Kürtler arasında HDP’ye oy verenler artacak çünkü AKP başka hatalarının yanında Kürtleri küstüren pek çok hata da yaptı. Suriye kriziyle alakalı olarak AKP Kuzey Suriye’deki Kürtleri karşısına aldı; Kobane’de IŞİD’i destekledi. Tayyip Erdoğan Kobane zaferini kutlayan Kürtlerle çiftetelli oynuyorlar diye alay etti; bir yandan da halayın bile farkında olmadığını, Kürtlerin duygusal dünyasına ne kadar uzak olduğunu gösterdi. Bir de HDP, HDP’li olmayan, çoğu büyük şehirlerde yaşayan liberal aydın ve demokratlardan alacak. Bunun da temel nedeni Türkiye’nin iki büyük partisi de Türkiye’yi yönetme kabiliyetine sahip değil.

*** Kürt olmayan pek çok demokrat da HDP’ye oy vereceğini açıklıyor. Orada bir sosyal demokrat kıvılcım olabilir mi?

Hayır, HDP yakın gelecekte sosyal demokrat bir parti olamaz. Evet, farklı bir siyasi söylem var ve ben de onun için HDP’ye oy vereceğim. Uzun yıllardır kendimi sosyal demokrat olarak görüyorum. Bir güçlü sosyal demokrat, orta-sol parti olmadan Türkiye siyasi krizden çıkamaz. Uzun yıllar kendine sosyal demokrat diyen ama öyle olmayan CHP ve DSP’de çalıştım ama onlardan umudumu kestim – Kürt meselesine aşırı ulusalcı şekilde yaklaşıyor; askerlerin siyasete müdahalesini destekliyor hatta kışkırtıyordu; din ve İslam konusunda türban yasağını destekliyordu oysa türban yasağı kalksın diye uğraşmalıydı. AKP ise 2002-2007 arasında bunların bir kısmını uyguladı ve başarıyı da ondan kazandı.

'Batı ve Ortadoğu ile ilişkilerimiz dibe vurdu'

*** HDP ile PKK‘yı aynı gören bir seçmen kitlesi var. Doğru mu bu bakış?

HDP, PKK’nın siyasi bir teşkilatlanması. HDP kendi kendini yöneten bir parti değil. PKK deyince de şöyle bir tartışma var; patronu kim? Öcalan mı Kandil mi? O da ayrı bir tartışma.

*** Sayısı dikkate alınabilecek kadar önemli bir seçmen kitlesi, Kürtler Türkiye’den ayrılmak istiyor ya da isteyecek diyor. Türkiye’nin toprak bütünlüğü tehdit altında mı?

Türkiye zor bir coğrafyada yer alıyor. Tarihsel olarak Türkler için ilişkilerde önem taşıyan bölgelerden biri Batı – eskiden bu Avrupa idi şimdi Batı kavramının içine Amerika da girdi – diğeri de Ortadoğu’dur. Batı ve Ortadoğu ile ilişkiler Türkiye için hep belirleyici olmuştur. Şu anda içinde bulunduğumuz kriz döneminde, Türkiye’nin hem Batı ile hem de Ortadoğu ile ilişkileri Cumhuriyet döneminde, son 100 yıldır eşi görülmemiş ve dibe vurmuş vaziyette. Bu da içinde olduğumuz krizi daha vahim hale getiren bir tablo oluşturuyor. Batı ve Ortadoğu ile ilişkilerimizin dibe vurmasının nedeni de AKP ve Erdoğan rejiminin Türkiye’yi yönetme kabiliyetini kaybetmiş olması ve üst üste hatalar yapmasıdır.

*** Buna somut bir örnek verir misiniz?

Türkiye 20. Yüzyılın son on yıllarında hala toprak bütünlüğünü istikrara kavuşturabilmiş bir ülke değil. Türkiye, Kürt sorunuyla ilgili olarak hala bölgesel bir parçalanma riskiyle karşı karşıya. Bu sorunu çözmenin stratejik açıdan en güvenceli yolu Türkiye’nin AB’ye uyum sağlaması. Gözlem yapan herkes görüyor ki, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin AB’ye üye olan bir Türkiye’den ayrılmaları kesinlikle söz konusu olmaz. Bunu araştırmalar da çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. En çok Kürtler AB’ne üye olmak istiyor. AKP ve Erdoğan rejimi bunu görebilseydi, temel hedeflerinden biri olarak AB üyeliğini koyardı. Oysa Erdoğan, AB beni ilgilendirmiyor diyor.


5 Mayıs 2015 Salı

Hukuk ayaklar altında



Nisan ayının son günlerini de her biri hukuk skandalı kararlar ve uygulamalarla tükettik. Son olaylar, 4,5 aydır elle tutulur bir delile dayanmadan tutuklu bulunan Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca ve 62 polisin tahliye kararıyla ilgili. Bir mahkemenin reddi hakim kararını diğeri bozdu, tutuklulara tahliye kararı veren hakimin kararını savcı uygulamadı. Yaşanan kaostan dolayı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) 2. Başkanı Mehmet Yılmaz özür dilemek zorunda kaldı, yargının saygınlığını kurtarmaya çalıştı ama nafile… Hukuk zaten uzunca bir süredir ayaklar altında. Yapılan araştırmalar da halkın yargıya güveni olmadığını gösteriyor.

Çaresi var mı? Bu haftaki konuğum çare için 7 Haziran seçim fırsatını gösteriyor.

Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli görevlerde bulunmuş, Türkiye’nin uluslararası hukuk alanındaki en önemli isimlerinden biri olarak 1998'de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) yargıçlığına seçilmiş ve 2008'e kadar bu görevde kalmış olan Rıza Türmen konuğum. 12 Haziran 2011 seçimlerinde de CHP İzmir adayı olup milletvekili seçilmiş olan Türmen, TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyeliği yaptı. 

Tahliye kararına yönelik yaşananları özetle şöyle açıkladı:

“Olayda zincirleme hukuka aykırılıklar var; 4 temel konudan bahsedebiliriz. İlki, tutuklu avukatları tarafından talep edilen sulh ceza hakimliklerinin reddiyle ilgili. Kanun burada çok net, buna asliye ceza mahkemeleri karar verir. İstanbul 29. Asliye Ceza Mahkemesi (ACM) durumu incelemiş ve red talebini kabul etmiştir. Oysa İstanbul 10. Sulh Ceza Hakimliği hiç yetkisi olmadığı halde 29. ACM’nin reddi hakim taleplerinin kabulü kararının yok sayılmasına karar vermiştir. 

"İkinci konu, sanıkların tutukluluğunun devamı için kimin karar vereceğidir. Buna yetkisi olan makam da sulh ceza hakimlikleridir veİstanbul 32 Asliye Ceza Mahkemesi tutuklamayı sona erdirmekle yanlış yapmıştır. Üçüncü konu ise savcıların 32. ACM kararını uygulamaması durumudur; İstanbul savcılığı, 32. ACM kararını yetkili olmadığı gerekçesiyle uygulamamıştır. 32. ACM doğru veya yanlış karar vermiş olabilir ancak savcının mahkeme kararını infaz etmeme yetkisi yoktur. Savcıların yaptığı kabul edilemez. 32. ACM’nin doğru mu yoksa yanlış mı yaptığına ancak Yargıtay karar verir. Mahkeme kararını infaz etmemek adil yargılama ilkesini ihlal etmek anlamına gelir.

Buna ek olarak Karaca ve 62 kişiyle ilgili reddi hakim kararı veren Hakim Metin Özçelik, ve tahliye edilmeleriyle ilgili kararı veren Hakim Mustafa Başer hemen açığa alındılar ve tutuklandılar. Rıza Türmen’in konuyla ilgili söyledikleri:

“Bu da dördüncü konu. HSYK son derece hızlı bir karar süreciyle hakimleri görevden aldı ve önceki hakim kararlarını yok hükmünde sayan yeni hakimler getirdi. HSYK’nın hakimlerin savunmalarını bile almadan tutuklanmalarını talep etmesi hukuksuzluktur. Bu hakimlerin tutuklanması da yargı bağımsızlığına ve hukuka aykırıdır.”



Yapılması gereken derhal tahliyeydi

“Önce karar uygulanmalı ve kişiler tahliye edilmeliydi. Buna yönelik pek çok AİHM kararı var: Assanidze v. Georgia, Nikolov v. Bulgaria, Quinn v. France, Topaloğlu v. Turkey. Örneğin, Quinn v. France davasında yetkililer kişiyi mahkeme kararından sonra 11 saat beklettikleri için AİHM kişi özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vermiştir. Topaloğlu davasında da AİHM, kişinin 3 gün sonra serbest bırakılmasına karşılık olarak mahkemenin tahliye kararının derhal uygulanması gerektiğini belirtmiştir.

“Türkiye hukuk devleti olsaydı bu kişiler tutuklu yargılanmazlar ve bu kadar uzun süre tutuklu kalmazlardı. Hukuk tamamen araçsallaştı."

Sulh ceza hakimlikleri anayasaya aykırı ama kuruldu

Rıza Türmen hukuk sistemindeki yapısal bir soruna, sulh ceza hakimliklerine, dikkat çekti ve bu hakimliklerin anayasaya aykırı olarak bir torba kanunla 18 Haziran 2014’de meclisten geçirildiğini belirtti.

“Sulh ceza hakimlikleri anayasanın ‘tabii hakim’ ilkesine aykırı olağanüstü mahkemelerdir. Bu ilkenin amacı belli bir olayı yargılamak için o olaydan sonra mahkeme kurulmasının önüne geçmek ve yargılanacak olan kişilere büyük güvence sağlamaktır.

"Ortada büyük bir hukuk devleti sorunu var. Hukuk iktidarın siyasi amaçları için kullanılıyor. İktidarın keyfi hukuku var. Bütün otoriter rejimlerde olur bu. Siyasi iktidar üst yargı organlarını kendine bağımlı kıldı. Yargıtay ve HSYK bu durumda. Ve bu organlarla hukuk manipüle ediliyor."

Peki, torba kanundaki sakıncaları ana muhalefet partisi iktidar partisine anlatmadı mı? Ayrıca bu kanun anayasaya aykırıysa, Anayasa Mahkemesi’ne rağmen nasıl geçti? Rıza Türmen’in yanıtı şöyle:

“Ana muhalefet partisi olarak bütün sakıncaları anlattık ancak iktidar partisi aceleyle kanun geçiriyor. Anayasa Mahkemesi sulh ceza hakimliklerini kaldırmalı ama kaldırmadı. Bundan sonra ne yapacağına, uygulamalarına bakmamız gerek.”

Cumhurbaşkanı anayasayı her gün ihlal ediyor

Anayasaya göre cumhurbaşkanının tüm halkın temsilcisi ve tarafsız olması gerekiyor ancak durum bu değil. Peki anayasaya aykırı davranmanın müeyyidesi nedir?

“Türkiye adeta olağanüstü bir rejimle yönetiliyor. Ne doğru ne yanlış buna cumhurbaşkanı karar veriyor. Cumhurbaşkanı aktif siyasete yön veriyor. Bu demokrasi değil, adı başka bir şey. Seçimli otoriterlik denilebilir. Bütün kurumlar iktidara bağlı. Hegemonyacı ve diktatörlüğe giden bir rejim. Yapılanlar, anayasal düzene aykırı. Ancak cumhurbaşkanı sadece vatana ihanetten yargılanabilir.

“AKP için bu işin sonu geldi, yolun sonu gözüktü. İktidarda olmaları ülkeyi kaosa götürüyor. 7 Haziran seçimi insanlara seçme şansı verecek. Politika meclisle sınırlı değil. Politika için meclis dışında kamusal alanlar var. Toplumsal bir muhalefet var. Zaten iktidar en çok bundan korkuyor. O yüzden iç güvenlik yasasını çıkardı. Halkın toplanmasını, bir araya gelmesini önlemek istiyor çünkü böyle toplantılarda muhalefetin sesi daha çok duyulur. 1 Mayıs’ta Taksim’i de bunun için kapadı. 1 Mayıs’ta Taksim’i kapamanın hukuka uygun tarafı yok.”