13 Temmuz 2015 Pazartesi

Barışın önündeki dirençli engeller


Suriye’deki savaş kuşkusuz Türkiye için güvenlik tehdidi oluşturmakta, ancak bu tehdit bazen abartılı olarak kamuoyu önüne sürülmekte ve toplumun korkuları körüklenmekte. Son zamanlarda, başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP çevreleri Suriye ile ilgili tehditleri yine gündeme çıkartıp sınırda bir tampon bölge kurulmasını destekliyor.

“Monday Talk” konuğum, Kürt sorunu ve uzlaşma konusunda çalışan akademisyen Ayşe Betül Çelik, Suriye’de savaş çıktığından beri Türkiye sınırında bir güvenlik tehdidi olduğunu belirtiyor, hem “neden şimdi?” sorusunu soruyor hem de yanıtlıyor:

“Bunun yanıtını biliyoruz. Erdoğan, Rojava kantonlarının birleşmesini istemiyor. Irak Kürdistan’ı kurulduğu zaman, Türkiye’de askeri ve siyasi liderlerin  “aşiret lideri” olarak etiketledikleri Barzani’yi siyasi bir lider olarak kabullenmeleri zordu. Türkiye’nin güneyinde özerk bir Kürt bölgesinin kurulması Türklerin korkularını tetikliyor ve bu korkular barışın önündeki en dirençli engeller. Erdoğan’ın dili ve hükümet yanlısı gazetelerin Suriye konusunda yazdıkları bu korkuları besliyor. Bunun yanı sıra Irak Kürdistanı konusunda olduğu gibi şartlar değiştiğinde pozisyonlar da değişebilir.”


Çelik’e soruyorum, Türkiye’nin Kürt konusunu Ortadoğu’dan ayrı görmek mümkün mü?

“Değil, Kürtler Irak ve İran Kürtleri ile güçlü bağlar kurmak istiyorlar, bunu özellikle Suriye Kürtleri ile de yapmak istiyorlar çünkü Rojava, Abdullah Öcalan’ın modeli. Yani Rojava özerk bölgesi oluşturulurken Suriye’deki Kürt liderler, Öcalan’ın demokratik özerklik modelini örnek aldılar. Bu tür bir model İran, Irak ve Türkiye Kürtleri ile güçlü bağlar kurmayı ve Öcalan’ın demokratik konfederasyon modelinin hayata geçmesi demek. Güçlü bir Kürt hareketi de pazarlıkta Kürtlerin elinin güçlü olmasını sağlayacaktır.

“Türkiye’nin PKK ile pazarlık yaparken, ISIL’a karşı savaşan YPG/YPJ güçlerini ISIL kadar tehlikeli gördüğünü ifade etmesi çok problemli. Pazarlık ve diyalog süreci, karşı tarafı ‘öteki’  ve gayrı meşru olarak görmemeyi gerektirir – ne yazık ki karşı tarafı ‘terörist’ olarak nitelemek tam da bunu yapmaktır.”

Peki, bu şartlarda Türkiye’nin Kürtlerle ‘çözüm süreci’ ne oldu, hala öyle bir süreç var mı diye soruyorum, Çelik öncelikle ‘çözüm süreci’ yerine ‘barış süreci’ terimini kullanmayı tercih ettiğini söylüyor ve açıklıyor:

“Çözüm sözcüğü devlet, PKK ve Öcalan arasında pazarlık ve diyalog sürecini anlatmak anlamında kullanılıyor. Oysa barış bundan daha fazla bir şey içerir. Barış için toplum seviyesinde gerginlikleri azaltmak için uğraşmak ve Türk olmayanlara, Sünni olmayanlara karşı ayrımcı olmayan yasalar geçirmek, yeni bir anayasa hazırlamak gerekir. Ayrıca soruna ‘Kürt sorunu’ denmesine de karşıyım. Evet, bu sorun büyük ölçüde Kürtleri etkiliyor ancak ‘bizim’ sorunumuz olarak görülmeli.

'AKP tek oyuncu olmakta ısrarlı'

“Sorunuza geri dönecek olursak, barış süreci bir süre için ivme kaybedecek. Bu arada toplumda daha çok tartışmaya ihtiyacımız var. Ancak içinde bulunduğumuz kutuplaşmış ortamda bunu yapabilmek bir hayli zor görünüyor. Şunu unutmamalıyız ki, barış sürecinin devam edebilmesi için toplumu dönüştürmemiz gerekiyor.”

Dünyada örnekleri görüldüğü gibi barış süreçlerinde duraklamalar olabiliyor. Bu tür geri gitmeler, sürecin doğal bir parçası mı diye soruyorum; Çelik evet, diyor ve AKP’nin oyundaki tek oyuncu olmasındaki ısrarını da anlatıyor:

“Seçimler de süreci etkiledi. AKP, elinin daha güçlü olduğunu zannediyordu ancak yanıldı. İkinci olarak da Kobani hesapları değiştirdi. AKP’nin bunu hesapladığını söyleyemem, sanırım bir seçim yaptı ve Kürt oyları yerine milliyetçi oyları tercih ettiğini gösterdi.”

Çelik, toplumun Kürtlerle barış sürecine hazırlanmadığını ve bunun için yapılması gerekenleri de şöyle özetliyor:

“Hala Kürt meselesi diye bir şey olmadığına inananlar bulunduğunu görmek anlaşılmaz bir durum.

Daha çok insan hikayesinin anlatılması ve duyulması gerek. Ne yazık ki dinlemeye açık olmayan kutuplaşmış bir toplumuz. Liderlerin de ötekileştiren ve ayrımcı olan ifadeler, sözler kullanmamak gibi bir sorumluluğu var. Sivil toplumun yerel seviyede yapacakları olabilir. Örneğin, 2009-2010’da Akil İnsanlar Komitesi çeşitli raporlar yazdılar ve diğerlerinin bakış açılarını yansıttı. Son olarak da medya, Kürtlerle ilgili olarak nefret söylemi yaymaktan ve negatif anlam yüklü basmakalıp ifadeler kullanmaktan kaçınmalı.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder