26 Temmuz 2015 Pazar

Türkiye “günümüzün Nazileri” ne karşı olabilecek mi?


Bu haftaki söyleşimde konuğum güncel olayları uzun vadeli yaklaşımlarla yorumlayabilen ve bunları da kamuoyuyla anlaşılabilir şekilde paylaşan, yani “sırça köşk” te oturmayan bir akademisyen:
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öüretim üyesi Doç. Dr. Ayşen Candaş.

Cem Akaş’ın derlediği Kritik Kavşak adlı kitaptaki makalesinin ismi: Türk-İslam İstisnacılığı 2015: Cumhuriyetten Sultanizme?

Hem bu makaledeki fikirleri 7 Haziran seçimi sonrasında değerlendirdik hem de bölgedeki gelişmelere karşı Türkiye’nin tepkisini… 


*** “Türkiye’de vesayetsiz bir demokrasinin mümkün olduğunu bugüne dek savunmuş liberal ve/veya demokrat herkesin başına gelebilecek en kötü şey sanırım gerçekleşiyor, seçimler yoluyla -şimdilik kansız- bir devrim gerçekleşiyor Türkiye’de ve bu sürecin sonunda da Sultanlığa uyanabiliriz. Bu sistemin başına sadece siyasi değil, dini bir otorite de olmak isteyeceğine ve Hilafet makamı olarak da davranacağına şüphe olmayan bir adayın geçmek istediği, biraz nesnel bakınca, aslında aşikar duruyor,” paragrafı Kritik Kavşak’taki makalenizden.  Sanıyorum makalenizi 7 Haz. Seçiminden önce yazdınız, Türkiye’nin bir sultanlığa uyanabileceğini belirttiniz. Seçimden sonra yazmış olsaydınız farklı olarak ele aldığınız yönler olur muydu yoksa aynı görüşler çerçevesinde mi düşünüyorsunuz?

7 Haziran seçimleri yukarda anlattığım süreci kesintiye uğrattı, bu gidişatı şimdilik durdurdu. Ancak son yıllarda çıkarılan İç Güvenlik Yasası, MİT Yasası gibi yasalar yoluyla, yasal düzenlemelerle gizli bir anayasa zaten yürürlüğe girmiş durumda ve bu anayasada da temel hak ve özgürlüklere, eşitliğe, fren ve denge mekanizmalarına, bağımsız kurumlara, denetime, hesap verebilirliğe, şeffaflığa yer yok. Seçimlerde ortaya çıkan tablo, Parlamentonun güçlü bir Parlamenter sistemdeki gibi işlemesine elverecek bir tablo gibi görünüyordu. Ama bunun kolay olmayacağı, bu önemli fırsatın varolan aktörlerle kolayca değerlendirilemeyeceği anlaşılıyor. Meclis Başkanlığı seçimi ve koalisyon kurma sürecinden şu ana dek bize akseden, bu umut verici seçim sonrası tabloyu değiştirmek için, demokrasiyi seçmiş iradeyi silip atması hedeflenen ve tek parti rejimini konsolide etmesi umulan bir seçim yenileme sürecine gireceğimiz yönünde.  Yeni bir seçimin başka sonuç verip vermeyeceği ayrı bir soru ama seçimi yinelemekten umulan bu. Aynı sonuç çıkarsa yine seçim mi yapacağız ta ki AKP çoğunluğu çıkana dek? Kısacası gelişmeler makalede sözünü ettiğim durumdan henüz çıkılamadığını vurgular mahiyette bugün itibariyle.

*** 7 Haziranın sevinci bütün bu sebeplerle kısa sürdü, diyorsunuz yani…

Seçim sonrası yine de önemli ölçüde nefes alma imkanı oluştu, iklim önemli ölçüde değişti. Kendisine koşulsuz destek vermeyen siyasi iradeyi milletten saymayan bir olağanüstü hal var Türkiye’de bir süredir ve çoğulculuğu vurgulamış bir seçim sonucu oluşan Meclis aritmetiği, bu demokrasiyi hedef alan tehdidi ortadan kaldırmak için önlem alabilecekken alamaz halde şimdilik. Son yıllarda çok önemli yapısal zararlar verildi sisteme, zaten 12 Eylül darbe anayasasından devralınmış yapısal bozukluklar var, onun üstüne zamanla inşa edilmiş olan fren ve denge mekanizmaları, bağımsız denetleme kurumları, hesap verebilirliğin temel unsurları, temel hak ve özgürlükler de sistematik şekilde yok edildi. Yapısal/kurumsal zararı ancak ve ancak yapısal/kurumsal değişikliklerle geriye çevirmeyi umabilirsiniz, seçim sonucu ancak arkası gelirse, yani Meclis bu elzem reformların en azından bazılarını yapabilirse, güçler ayrılığını hiç olmazsa bir ölçüde kurumsallaştırabilirse “etkili oldu” denebilecek.  Şu ana dek bu yönde umut verici somut bir gelişme maalesef yok. Güçler birliği ihtirası şu anda daha yapısal ve kurumsallaşmış bir durum, arkasında da azınlıkta da kalsa muhalefete göre çok daha konsolide olmuş tüm kurumsal gücü, vergilerle toplanan kamu kaynaklarını elinde toplamış, bu işin devamından nemalanan ve gelecekte de nemalanmayı uman bir destek var. Kuşkusuz bu desteğin yekununun halkın çoğunluğu olmadığının, memnuniyetsizliğin huzursuzluğun  büyüdüğünün herkes tarafından anlaşılmış olması çok önemli. Bu psikolojik kazanım olarak da kalsa bundan sonraki seçimlere de yansıyacaktır.

“Avamın” asıl çıkarlarını “avam” dan iyi bilmek

*** AKP’nin bundan sonra nasıl bir yol izlemesini bekliyorsunuz?

AKP meşruiyetinin tek kaynağı olarak tanımladığı sandık üstünlüğünü bir ölçüde kaybetti, ancak yeni durumda salt sandığa dayalı meşruiyet fikrinden de vazgeçmeyi düşünmeye başlayabilir. Zira güçler birliği zaten tepeden mobilize eden, özünde elitist, paramiliterleştirdiği destek veren tabanıyla da eşitler arası demokratik bir ilişkisi olmayan, biat ilişkisi olan, onları hedeflere tek kişi eliyle yönlendiren bir rejimdir, “avamın” asıl çıkarlarını “avam” dan iyi biliyor olmak gibi bir mantığa da kolayca evrilebilir. Seçim sonrası bazı hükümete yakın ilahiyatçıların açıklamalarında bu vurgu vardı örneğin.

*** Türkiye’de özellikle 2011’den beri, rejimin ismine totaliter “diktatörlüğe geçiş rejimi”, “otoriter rejim” gibi isimler veren gözlemciler oldu. Siz “kuvvetler birliği rejimi” kavramını kullanıyorsunuz; nedir, anlatır mısınız?

Anayasal demokrasi ile otoriter ve totaliter rejimleri ayıran bir ölçüt kuvvetlerin birliği ya da ayrılığı. Devletin yapılanmasına dair olan bir konu, ancak hayatın her alanına - özel alan dahil - sirayet eden bir durum yaratıyor güçlerin ya da kuvvetlerin birbirine göre nasıl hizalanacağı sorusu. Kuvvetler birliği rejimi nedir sorusu, 2.Dünya Savaşının hemen öncesinde Almanya’da ortaya çıkan Milli Sosyalizm (NAZİ) rejimi, İtalya’daki Faşizm ve Stalin Rusyasında, Doğu Almanya’nın STASİ rejiminde iyice ete kemiğe bürünmüş birtakım tarihsel örneklere bakılarak yanıtlanmaya çalışılmış...Sağ ve sol totaliter örnekler var kısacası. Bu rejimlerin özelliklerinin bazısını bünyesinde toplamış, ancak çeşitli engellerle sonuçta totaliterleşmemiş tarihsel örneklere de otoriterlik derecelerine göre analiz yapılmıştır. Buna göre totaliter rejimlerin en ayırdedici özellikleri, yasama-yürütme ve yargı dediğimiz üç farklı devlet fonksiyonunun işleyişinin tek partinin tekelinde, partinin de tek adam elinde toplanması, o kişinin yasaların üzerinde addedilmesiyle ve bu durumun kurumsallaşmasıyla - örneğin diğer partilerin de toptan kapatılması ve muhalefetin tümüyle pasifize edilmesiyle – ve sürekli halkı terörize eden, özel hayat hakkında da sürekli istihbarat toplayan bir polis devletinin oluşmasıyla, tek parti üyesi paramiliterlerin sokaklara şiddet yoluyla egemen olmasıdır. Takdir edersiniz ki totaliterleşmenin tamamlanması bir süreçtir.


Modern mutlakiyet

*** Otoriterlik süreci zaten totaliterliğe varır diyorsunuz…

Nazi Hukukçusu Carl Schmitt’in tabii olumlayarak “karar verme yetisi” dediği budur, ya da “L’Etat, c’est moi!” hali... yani modern teknolojinin imkanlarıyla her yere nüfuz edecek şekilde kurumsallaşmış bir mutlakiyetçiliktir modern kuvvetler birliği. Bütün bu söylediklerimden çıkması gereken anlam şu: Otoriterlikle Totaliterlik arasında bir continium olduğu gözlemlenmiştir: Kendisine engel çıkarılmayan otoriterlikler sabit hızla giderken bir polis devletine, özel hayatın da denetlenmesine izlenmesine şekillendirilmesine ihtiyaç duyarlar ve bunu yapacak mekanizmaları inşa etmeyi başardıklarında ve toplum hayatının özel-kamusal farkını toptan yok ettiklerinde de totaliter rejimi kurmuş olurlar. Otoriter rejimler totaliter olayım diye karar almazlar, otoriterlikleri sabit hızla giderken duydukları ihtiyaçların mekanizmalarını kurarak otoriterliğin limitine varıp totaliter uyanırlar.

*** Bu durumu Türkiye’de hangi somut sonuçlarla görüyoruz?

Temel hak ve özgürlükleri yok ederek, eşitliği yasada uygulamada reddederek de; kuvvetleri tek elde toplayarak da, hukuku, hukukun üstünlüğünü yok edip keyfi olması kaçınılmaz bir mutlakiyet inşa edebilirsiniz. İki yol da aynı sonuca çıkar. Türkiye’de son yıllarda bu iki yol da aynı anda yüründü ve iki yol da büyük ölçüde aşıldı, hem güçler birliği büyük ölçüde tamamlandı; son “pürüzlere,” örneğin Anayasa Mahkemesi kararlarına ‘vesayet’ denebiliyor ve Anayasa mahkemesinin toptan kaldırılması tartışılabiliyor, bağımsız kurumlar denetim mekanizmaları şeffaflığa dayalı hesap verebilirliği sağlayan kurumlar toptan Yürütmenin başına bağlandı.  Benzer şekilde İç Güvenlik Yasası, son yıllarda çıkarılan başka yasalar ve düzenlemeler temel hak ve özgürlükleri askıya almış durumda, buna can güvenliği dahil. Polis “öyle hissetti” diye vatandaşı öldürmeye yetkili kılındı, “cebinde taş var sanmıştım” dediği anda da yaptığı bu yeni yasal mevzuata göre “yasal”. Hiçbir ifade ve protesto özgürlüğü bırakılmadı. Ancak tabii bu “yasal” yasaların hiçbiri “meşru” değil. Hiçbir hukuk devleti yani anayasal demokraside temel ve eşit hak ve özgürlükler yok edilemez, tam aksine; sistemin amacı aslen eşit hak ve özgürlükleri devletten, yani siyasi erki halk adına kullananların - bunlar kim olurlarsa olsunlar - olası istismarlarından korumaktır. Kuvvetler birliği siyasi iradeyi kurala bağlamak yerine ve bunun tam aksine, kuralsızlığı keyfiliği lider iradesinin mutlak gücünü ve lider direktiflerini norm haline getirir.

Çok partili muhalefet olsa…

*** Yeni bir seçim olacağı yönünde işaretler belirgin. Yeni seçimde yine benzer bir sonuç tablosu görüyor musunuz? Bu tablodan ne gibi bir koalisyon hükümeti çıkma ihtimali en kuvvetli gözüküyor?

Bu koalisyonu açıkça beyan etmek karlı olmadığından erken seçimden en fazla randımanı Kürt sorunu konusunda tutarlı şekilde muhalefette kalarak alacağını planlıyor. AKP ile gizli bir koalisyonun kendi seçmeninin de bir kısmının iradesine ters bir tutum olduğu görülüyor, zira keyfiyete mutlakiyet rejimine karşı verilmiş eski merkez sağ (eski ANAP; DYP) tabanın da şehirli oylarının bir kısmını topladı MHP. Bu strateji ile onları kaybedebilir ama HDP’nin yükselişinden rahatsız Türkçü kitleyi konsolide edebilir, hesabı bu yönde gibi duruyor. Zira gerçekliğini reddetmesine rağmen çözüm sürecinden öyle kolay vazgeçilmeyeceğinin farkında, ve inkar ettiği bu gerçeklik üzerinden rant sağlama derdinde, çözüm sürecinin devam edecek olmasına tersten ve barışın tersine giden bir yatırım yapıyor. MHP’nin oylarını arttırması ironik şekilde en çok da çözüm sürecinin sürekliliğine bağlı.

*** Bunun yanında AKP ve CHP arasında görüşmeler sürüyor.

Normatif açıdan olması gereken yüzde 60’ı temsil eden çoğulcu çok partili muhalefetin hatta AKP içindeki mutlakiyet karşıtı kimseleri de dışlamadan ve onları da kapsayarak temel haklar özgürlükler, eşitlik ve hukuku tesis etmek başlığı altında, başta gizli anayasa diye bahsettiğim kurumsallaşma yönüne girmiş otoriterleşmeye hizmet eden yasaları kurumları uygulamaları tersine çevirmesidir, ama bu iyi olasılığın olamayacağı hemen anlaşıldı. Aslına bakarsanız durum o kadar kritik bir kavşakta ki –aynı kitabın başlığı gibi!- bu normatif olanın yapılması, aynı zamanda bir zorunluluk bir gereklilik ve radikal bir ihtiyaç haline gelmiş durumda Türkiye koşullarında.

*** Çok partili bir muhalefet hükümetinin önündeki en büyük engel nedir?

Yine ve yeniden Türk sorunuyla içiçe bir Kürt sorunu.  Suriye’de Irak’ta olup bitenleri algılamayan, içe kapalı, arkaik ve bu sebeplerle gerçeklerden kopuk, dolayısıyla politika üretemeyen bir muhalefet toplamı var, körlükleri farklı yerlerde olsa da aralarında verili kısıtları gören pek az. Verili koşullarda aktörler belliyken bu kısıtlar altında en olumlu sonuç Türkiye açısından ne olurdu ve oraya nasıl gideriz, diye düşünmektir şu ortamda politika üretmek. Verili koşulları okuyamayan, kısıtları algılamayan, bunun yerine duygularıyla tepki veren, gerçeklikle bağı yok seviyesinde bir ideolojik anlayışlar bütünü AKP kadar muhalefetin çeşitli kanatlarında da mevcut. Bu ortamda da İslam devrimi yapmaya kalkanla sosyalist devrim olmak üzere zanneden farkında olmadan işbirliği içinde beraberce ülkeyi durağanlığa hapsetmekteler. Olası en iyi ihtimaller bu sebeplerle gerçekleşemiyor, muhalefet sorunlar nedir ve önlem almazsam ne olur tam okuyamadığı için etkin önlem almak üzere gücünü biraraya getiremiyor, herkesin sol ya da sağ devrim yapmaya kalkıştığı ortamda olağanüstülük hali normal birşeymiş gibi karşılanıyor, sonuçta asgari ortak müşterek teşkil edebilecek bir öncelikli hedef saptayamıyor muhalefet ve bunun üzerinde anlaşamıyor... Partilerin kısa vadeli parti-çıkarları muhalefetin önemli ölçüde enerjisini tüketiyor ve bütün bir ülke olarak yanına gelinmiş olan uçurumdan sapma yönünde kamu yararı için ortaklaşarak somut bir iş yapmalarını engelliyor. Bu durumda varolan kısıtlar altında olabilecek gibi tartışılan, Kürt sorunu açısından da en hayırlı olan, savaşın yeniden baş göstermesine karşı durabilecek gibi duran koalisyon dışardan HDP destekli 
AKP-CHP koalisyonu.

Şimdilik AKP karar vericilerinin büyük çoğunluğu kişisel açıdan riskli bu mecraya girmektense batan gemide gittiği yere kadar kaptan görünmeyi öncelemiş gibi duruyor. Batan gemi diyorum çünkü ekonomik, diplomatik, temel haklar ve özgürlükler, eşitlik ve yaşanabilirlik ölçütlerinde  dibe vurmakta olan Türkiye’yi çok ama çok zor bir dönem bekliyor.


Aslında ne istemediğimizi biliyoruz

***  “….aslında olması gerekmeyen, kader olmayan, engellenebilir bir felaketin yaşanıyor olması…” diyorsunuz Türkiye’de olanlar için. Bu felaket nedir? Nasıl engellenebilir?

Felaket; demokratikleşebilecek, bir anayasal demokrasiye evrilebilecek, birikimi demografisi gelişmişlik düzeyi buna elverişli, bulunduğu coğrafyada bir umut kaynağı olabilecek bir Türkiye’nin, bu umudunun ve bu vaadinin yok ediliyor olması. Engellenebilir çünkü topluma sorulsa Pakistan’da mı yaşamak istersin Hollanda’da mı diye, hemen kimse Pakistan’da Afganistan’da yaşamak isterim demeyecek. Kaç kişi göç ediyor oralara ‘iyi yaşamak istediğim için geldim, çocuklarım burada yetişsin’ diyerek? Bu bize bu tarz bir gidişatın toplumun genelinde aklını başına alıp düşünülse istenmediğini istenmeyeceğini anlatıyor. Tam olarak ne istediğimiz konusunda anlaşamasak da ne istemediğimiz üzerinde ortaklaşabiliriz, demokratikleşeceksek odaklanılması gereken bu. Hukukun üstünlüğü olmayan yerde ne ekonomi, ne hak, ne özgürlük, ne eşitlik, ne adalet olur. Kimimiz ekonomiyi, kimimiz adaleti, kimimiz özgürlükleri öncelikli addediyor olabiliriz, ama hukukun üstünlüğü konusunda anlaşabiliriz bu öncelik farklılıklarımıza rağmen.

Türkiye durumu okuyamıyor

*** Kürt sorunun halli için “çözüm süreci” diye tanımlanan süreç nereye gidiyor sizce?
Çözüm süreci tıkandı tıkanmasına ama bu sürece girilmesi de iç dinamikle değil dış dinamikler yoluyla olmuştu. Ben gene dış dinamiklere bakıyorum ve Kürtlerin Türkiye içinde barışa kararlı olduklarını görüyorum. Çeşitli sebeplerle çok ama çok mecbur kalmadıkça bu ateşkes hali Kürt tarafında sürecek, çünkü Kürtler kalıcı barış henüz olamasa bile içinde bulunulan ateşkes halinin değişmesini asla istemiyorlar. Türkiye’de büyük ölçüde anlaşılmayan mesele çözüm sürecine girildiği günlerle bugünler arasında geçen yıllarda aktörlerin, tarafların pazarlık güçlerinin, dış itibarlarının, varlıklarının yekununun, bu yekunun dış dünyadaki anlamının değişmiş dönüşmüş olduğu. Bölgede Türkiye’nin boyunu kat be kat aşan, Türkiye’nin kapıldığı büyüklük sanrısıyla yakın zamana dek hiç okuyamadığı gelişmeler oluyor ve Türkiye bir aktör olarak etkinliğini kaybettikçe bu kartlar da yeniden karıldı, oyun ve aktörler yeniden yapılandı. IŞİD denen oluşumla mücadele eden, başarıyla da edebilen, üstelik Kaideci Nusracı filan da olmayan, seküler olan, kadın düşmanı olmayan, çatısı altında başka dinlerden kimliklerden insanları barındıran koruyan eşit muamele eden bir Kürt modeli doğabilir Ortadoğu’da, bu vaat oluştu ve dünya bu aktöre yatırım yapmakta. Türkiye her kimliğe dine inanışa inanmayışa eşit mesafede duran bir devlet olarak kendini varedebilse, varolan sekülerlik kırıntılarından da vazgeçmese, eylemiyle ve söylemiyle dönüşmese, bölgedeki en önemli pazarlık avantajını da kaybetmemiş olacaktı; ama kaybetti. Bölgede ilk kez Kürtler dört ülkedeki varlıklarıyla bir aktör haline geldiler ve bu sadece Türkiye’ye ilişkin bir mesele değil, dolayısıyla Türkiye’nin tek başına karar verici olabileceği bir mesele de değil. Bölgenin savaşı Kürtlerle savaş değil IŞİD’le savaş, az sonra mecburen El Kaideyle, Nusrayla savaş...bu kaçınılmaz. Türkiye bu durumu okuyamadığı duygusal açıdan reddettiği müddetçe, öncelikleri dünyanın önceliklerinden sapmaya devam edecek. Kürtler artık bir ulus olarak uluslararası bir oyuncu ve itibar gören, çünkü durduğu yerin ahlaki üstünlüğü olan bir oyuncu bu savaşta. Türkiye ya Türkiye’de olan ve barış isteyen çıkarı iradesi barışta olan Kürt vatandaşlarıyla ve onların siyasi temsilcileriyle ve güneyinde asıl belaya karşı savaşan Kürt güçlerle bu anlayışa dayalı bir işbirliği yapacak, ya da günümüzün Nazileri addedilen addedilmesi gereken güçlere karşı en hafifiyle agnostik, tarafsız görünmeye çalışan, “IŞİD de kötü Kürtler de kötü” söylemiyle ve hadi sadece bu sebeple olsun “işbirlikçi” olarak addedilmesine yolaçan, müthiş itibar kaybettiren, gelecek nesillere de açıklayamayacağı ama reel ama ideolojik olan politikasına devam edecek.

Yüzde 99 Müslüman söylemi=homojenleştirme süreci

*** Yöneticiler yıllardır “yüzde 99’u Sünni” vatandaşı olan bir Türkiye’den bahsediyorlar. Sizin buna karşı tezleriniz var; anlatır mısınız?

Alevilerin varlığı, Sünni İslam anlayışlarının tektip olmayışı ve çeşitliliği, Binnaz Toprak’ın ‘şehirli Müslümanlığı’ benim bir çeşit “reform Müslümanlığı” olarak gördüğüm dindarlığın çeşitli yaşanma yorumlanma deneyimlenme çeşitliliği, varolan Müslüman kitlenin aksettirilmeye çalışıldığı gibi homojen olmadığını, hatta tam da Müslüman addedilen kitlenin kendi içinde fevkalade kutuplaşmış olduğunu kanıtlıyor. Örneğin yüzde 99 derken buna CHP tabanı da Aleviler de dahil ediliyor, ama buna karşılık CHPliler aynı zamanda son zamanda Halaçoğlu’nun da kendi zihniyetindekilerin kafasındakini açık yüreklilikle dile getirdiği gibi “dinsiz” de addediliyor.  Seküler ve “dinsiz” eşanlamlı kullanılıyor, oysa bu asla böyle değil. CHP tabanında da HDP’nin seküler kanadında da kendini dindar addeden ya da en azından ateist olmayan çok insan var. Dindar olup din devleti istemeyebilirsiniz. Yüzde 99 söylemi ise toplumsal mühendislik yoluyla homojenleştirme projesinin bir sloganı. Eğer yüzde 99 Müslümansa böyle tarihsel planda çokuluslu çok dinli bir toprak parçasında bu nasıl olmuş, eğer zorbalıkla olmadıysa? Ve şimdi çoğulculuğu reddeden bu söylem neden yine ortaya sürülüyor, amaç homojenleştirme değilse?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder