Bu haftaki söyleşimde konuğum güncel olayları uzun vadeli
yaklaşımlarla yorumlayabilen ve bunları da kamuoyuyla anlaşılabilir şekilde
paylaşan, yani “sırça köşk” te oturmayan bir akademisyen:
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
bölümü öüretim üyesi Doç. Dr. Ayşen Candaş.
Cem Akaş’ın derlediği Kritik Kavşak adlı kitaptaki
makalesinin ismi: Türk-İslam İstisnacılığı 2015: Cumhuriyetten Sultanizme?
Hem bu makaledeki fikirleri 7 Haziran seçimi sonrasında
değerlendirdik hem de bölgedeki gelişmelere karşı Türkiye’nin tepkisini…
*** “Türkiye’de vesayetsiz bir demokrasinin mümkün olduğunu
bugüne dek savunmuş liberal ve/veya demokrat herkesin başına gelebilecek en
kötü şey sanırım gerçekleşiyor, seçimler yoluyla -şimdilik kansız- bir devrim
gerçekleşiyor Türkiye’de ve bu sürecin sonunda da Sultanlığa uyanabiliriz. Bu
sistemin başına sadece siyasi değil, dini bir otorite de olmak isteyeceğine ve
Hilafet makamı olarak da davranacağına şüphe olmayan bir adayın geçmek
istediği, biraz nesnel bakınca, aslında aşikar duruyor,” paragrafı Kritik Kavşak’taki
makalenizden. Sanıyorum makalenizi 7
Haz. Seçiminden önce yazdınız, Türkiye’nin bir sultanlığa uyanabileceğini
belirttiniz. Seçimden sonra yazmış olsaydınız farklı olarak ele aldığınız
yönler olur muydu yoksa aynı görüşler çerçevesinde mi düşünüyorsunuz?
7 Haziran seçimleri yukarda anlattığım süreci kesintiye
uğrattı, bu gidişatı şimdilik durdurdu. Ancak son yıllarda çıkarılan İç
Güvenlik Yasası, MİT Yasası gibi yasalar yoluyla, yasal düzenlemelerle gizli
bir anayasa zaten yürürlüğe girmiş durumda ve bu anayasada da temel hak ve
özgürlüklere, eşitliğe, fren ve denge mekanizmalarına, bağımsız kurumlara, denetime,
hesap verebilirliğe, şeffaflığa yer yok. Seçimlerde ortaya çıkan tablo,
Parlamentonun güçlü bir Parlamenter sistemdeki gibi işlemesine elverecek bir
tablo gibi görünüyordu. Ama bunun kolay olmayacağı, bu önemli fırsatın varolan
aktörlerle kolayca değerlendirilemeyeceği anlaşılıyor. Meclis Başkanlığı seçimi
ve koalisyon kurma sürecinden şu ana dek bize akseden, bu umut verici seçim
sonrası tabloyu değiştirmek için, demokrasiyi seçmiş iradeyi silip atması hedeflenen
ve tek parti rejimini konsolide etmesi umulan bir seçim yenileme sürecine
gireceğimiz yönünde. Yeni bir seçimin
başka sonuç verip vermeyeceği ayrı bir soru ama seçimi yinelemekten umulan bu. Aynı
sonuç çıkarsa yine seçim mi yapacağız ta ki AKP çoğunluğu çıkana dek? Kısacası
gelişmeler makalede sözünü ettiğim durumdan henüz çıkılamadığını vurgular
mahiyette bugün itibariyle.
*** 7 Haziranın sevinci bütün bu sebeplerle kısa sürdü, diyorsunuz
yani…
Seçim sonrası yine de önemli ölçüde nefes alma imkanı oluştu,
iklim önemli ölçüde değişti. Kendisine koşulsuz destek vermeyen siyasi iradeyi
milletten saymayan bir olağanüstü hal var Türkiye’de bir süredir ve çoğulculuğu
vurgulamış bir seçim sonucu oluşan Meclis aritmetiği, bu demokrasiyi hedef alan
tehdidi ortadan kaldırmak için önlem alabilecekken alamaz halde şimdilik. Son
yıllarda çok önemli yapısal zararlar verildi sisteme, zaten 12 Eylül darbe
anayasasından devralınmış yapısal bozukluklar var, onun üstüne zamanla inşa
edilmiş olan fren ve denge mekanizmaları, bağımsız denetleme kurumları, hesap
verebilirliğin temel unsurları, temel hak ve özgürlükler de sistematik şekilde
yok edildi. Yapısal/kurumsal zararı ancak ve ancak yapısal/kurumsal
değişikliklerle geriye çevirmeyi umabilirsiniz, seçim sonucu ancak arkası
gelirse, yani Meclis bu elzem reformların en azından bazılarını yapabilirse,
güçler ayrılığını hiç olmazsa bir ölçüde kurumsallaştırabilirse “etkili oldu”
denebilecek. Şu ana dek bu yönde umut
verici somut bir gelişme maalesef yok. Güçler birliği ihtirası şu anda daha
yapısal ve kurumsallaşmış bir durum, arkasında da azınlıkta da kalsa muhalefete
göre çok daha konsolide olmuş tüm kurumsal gücü, vergilerle toplanan kamu
kaynaklarını elinde toplamış, bu işin devamından nemalanan ve gelecekte de
nemalanmayı uman bir destek var. Kuşkusuz bu desteğin yekununun halkın
çoğunluğu olmadığının, memnuniyetsizliğin huzursuzluğun büyüdüğünün herkes tarafından anlaşılmış
olması çok önemli. Bu psikolojik kazanım olarak da kalsa bundan sonraki
seçimlere de yansıyacaktır.
“Avamın” asıl çıkarlarını “avam” dan iyi bilmek
*** AKP’nin bundan sonra nasıl bir yol izlemesini
bekliyorsunuz?
AKP meşruiyetinin tek kaynağı olarak tanımladığı sandık
üstünlüğünü bir ölçüde kaybetti, ancak yeni durumda salt sandığa dayalı
meşruiyet fikrinden de vazgeçmeyi düşünmeye başlayabilir. Zira güçler birliği zaten
tepeden mobilize eden, özünde elitist, paramiliterleştirdiği destek veren
tabanıyla da eşitler arası demokratik bir ilişkisi olmayan, biat ilişkisi olan,
onları hedeflere tek kişi eliyle yönlendiren bir rejimdir, “avamın” asıl
çıkarlarını “avam” dan iyi biliyor olmak gibi bir mantığa da kolayca
evrilebilir. Seçim sonrası bazı hükümete yakın ilahiyatçıların açıklamalarında
bu vurgu vardı örneğin.
*** Türkiye’de özellikle 2011’den beri, rejimin ismine totaliter
“diktatörlüğe geçiş rejimi”, “otoriter rejim” gibi isimler veren gözlemciler
oldu. Siz “kuvvetler birliği rejimi” kavramını kullanıyorsunuz; nedir, anlatır
mısınız?
Anayasal demokrasi ile otoriter ve totaliter rejimleri
ayıran bir ölçüt kuvvetlerin birliği ya da ayrılığı. Devletin yapılanmasına
dair olan bir konu, ancak hayatın her alanına - özel alan dahil - sirayet eden
bir durum yaratıyor güçlerin ya da kuvvetlerin birbirine göre nasıl
hizalanacağı sorusu. Kuvvetler birliği rejimi nedir sorusu, 2.Dünya Savaşının
hemen öncesinde Almanya’da ortaya çıkan Milli Sosyalizm (NAZİ) rejimi, İtalya’daki
Faşizm ve Stalin Rusyasında, Doğu Almanya’nın STASİ rejiminde iyice ete kemiğe
bürünmüş birtakım tarihsel örneklere bakılarak yanıtlanmaya çalışılmış...Sağ ve
sol totaliter örnekler var kısacası. Bu rejimlerin özelliklerinin bazısını
bünyesinde toplamış, ancak çeşitli engellerle sonuçta totaliterleşmemiş
tarihsel örneklere de otoriterlik derecelerine göre analiz yapılmıştır. Buna
göre totaliter rejimlerin en ayırdedici özellikleri, yasama-yürütme ve yargı
dediğimiz üç farklı devlet fonksiyonunun işleyişinin tek partinin tekelinde,
partinin de tek adam elinde toplanması, o kişinin yasaların üzerinde
addedilmesiyle ve bu durumun kurumsallaşmasıyla - örneğin diğer partilerin de
toptan kapatılması ve muhalefetin tümüyle pasifize edilmesiyle – ve sürekli
halkı terörize eden, özel hayat hakkında da sürekli istihbarat toplayan bir
polis devletinin oluşmasıyla, tek parti üyesi paramiliterlerin sokaklara şiddet
yoluyla egemen olmasıdır. Takdir edersiniz ki totaliterleşmenin tamamlanması
bir süreçtir.
Modern mutlakiyet
*** Otoriterlik süreci zaten totaliterliğe varır diyorsunuz…
Nazi Hukukçusu Carl Schmitt’in tabii olumlayarak “karar
verme yetisi” dediği budur, ya da “L’Etat, c’est moi!” hali... yani modern
teknolojinin imkanlarıyla her yere nüfuz edecek şekilde kurumsallaşmış bir mutlakiyetçiliktir
modern kuvvetler birliği. Bütün bu söylediklerimden çıkması gereken anlam şu: Otoriterlikle
Totaliterlik arasında bir continium olduğu gözlemlenmiştir: Kendisine engel
çıkarılmayan otoriterlikler sabit hızla giderken bir polis devletine, özel
hayatın da denetlenmesine izlenmesine şekillendirilmesine ihtiyaç duyarlar ve
bunu yapacak mekanizmaları inşa etmeyi başardıklarında ve toplum hayatının
özel-kamusal farkını toptan yok ettiklerinde de totaliter rejimi kurmuş
olurlar. Otoriter rejimler totaliter olayım diye karar almazlar,
otoriterlikleri sabit hızla giderken duydukları ihtiyaçların mekanizmalarını
kurarak otoriterliğin limitine varıp totaliter uyanırlar.
*** Bu durumu Türkiye’de hangi somut sonuçlarla görüyoruz?
Temel hak ve özgürlükleri yok ederek, eşitliği yasada
uygulamada reddederek de; kuvvetleri tek elde toplayarak da, hukuku, hukukun
üstünlüğünü yok edip keyfi olması kaçınılmaz bir mutlakiyet inşa edebilirsiniz.
İki yol da aynı sonuca çıkar. Türkiye’de son yıllarda bu iki yol da aynı anda yüründü
ve iki yol da büyük ölçüde aşıldı, hem güçler birliği büyük ölçüde tamamlandı;
son “pürüzlere,” örneğin Anayasa Mahkemesi kararlarına ‘vesayet’ denebiliyor ve
Anayasa mahkemesinin toptan kaldırılması tartışılabiliyor, bağımsız kurumlar
denetim mekanizmaları şeffaflığa dayalı hesap verebilirliği sağlayan kurumlar toptan
Yürütmenin başına bağlandı. Benzer
şekilde İç Güvenlik Yasası, son yıllarda çıkarılan başka yasalar ve
düzenlemeler temel hak ve özgürlükleri askıya almış durumda, buna can güvenliği
dahil. Polis “öyle hissetti” diye vatandaşı öldürmeye yetkili kılındı, “cebinde
taş var sanmıştım” dediği anda da yaptığı bu yeni yasal mevzuata göre “yasal”. Hiçbir
ifade ve protesto özgürlüğü bırakılmadı. Ancak tabii bu “yasal” yasaların
hiçbiri “meşru” değil. Hiçbir hukuk devleti yani anayasal demokraside temel ve
eşit hak ve özgürlükler yok edilemez, tam aksine; sistemin amacı aslen eşit hak
ve özgürlükleri devletten, yani siyasi erki halk adına kullananların - bunlar
kim olurlarsa olsunlar - olası istismarlarından korumaktır. Kuvvetler birliği
siyasi iradeyi kurala bağlamak yerine ve bunun tam aksine, kuralsızlığı
keyfiliği lider iradesinin mutlak gücünü ve lider direktiflerini norm haline
getirir.
Çok partili muhalefet olsa…
*** Yeni bir seçim olacağı yönünde işaretler belirgin. Yeni
seçimde yine benzer bir sonuç tablosu görüyor musunuz? Bu tablodan ne gibi bir
koalisyon hükümeti çıkma ihtimali en kuvvetli gözüküyor?
Bu koalisyonu açıkça beyan etmek karlı olmadığından erken
seçimden en fazla randımanı Kürt sorunu konusunda tutarlı şekilde muhalefette
kalarak alacağını planlıyor. AKP ile gizli bir koalisyonun kendi seçmeninin de
bir kısmının iradesine ters bir tutum olduğu görülüyor, zira keyfiyete mutlakiyet
rejimine karşı verilmiş eski merkez sağ (eski ANAP; DYP) tabanın da şehirli
oylarının bir kısmını topladı MHP. Bu strateji ile onları kaybedebilir ama HDP’nin
yükselişinden rahatsız Türkçü kitleyi konsolide edebilir, hesabı bu yönde gibi
duruyor. Zira gerçekliğini reddetmesine rağmen çözüm sürecinden öyle kolay
vazgeçilmeyeceğinin farkında, ve inkar ettiği bu gerçeklik üzerinden rant
sağlama derdinde, çözüm sürecinin devam edecek olmasına tersten ve barışın
tersine giden bir yatırım yapıyor. MHP’nin oylarını arttırması ironik şekilde en
çok da çözüm sürecinin sürekliliğine bağlı.
*** Bunun yanında AKP ve CHP arasında görüşmeler sürüyor.
Normatif açıdan olması gereken yüzde 60’ı temsil eden
çoğulcu çok partili muhalefetin hatta AKP içindeki mutlakiyet karşıtı kimseleri
de dışlamadan ve onları da kapsayarak temel haklar özgürlükler, eşitlik ve
hukuku tesis etmek başlığı altında, başta gizli anayasa diye bahsettiğim
kurumsallaşma yönüne girmiş otoriterleşmeye hizmet eden yasaları kurumları
uygulamaları tersine çevirmesidir, ama bu iyi olasılığın olamayacağı hemen
anlaşıldı. Aslına bakarsanız durum o kadar kritik bir kavşakta ki –aynı kitabın
başlığı gibi!- bu normatif olanın yapılması, aynı zamanda bir zorunluluk bir
gereklilik ve radikal bir ihtiyaç haline gelmiş durumda Türkiye koşullarında.
*** Çok partili bir muhalefet hükümetinin önündeki en büyük
engel nedir?
Yine ve yeniden Türk sorunuyla içiçe bir Kürt sorunu. Suriye’de Irak’ta olup bitenleri algılamayan,
içe kapalı, arkaik ve bu sebeplerle gerçeklerden kopuk, dolayısıyla politika
üretemeyen bir muhalefet toplamı var, körlükleri farklı yerlerde olsa da
aralarında verili kısıtları gören pek az. Verili koşullarda aktörler belliyken bu
kısıtlar altında en olumlu sonuç Türkiye açısından ne olurdu ve oraya nasıl
gideriz, diye düşünmektir şu ortamda politika üretmek. Verili koşulları
okuyamayan, kısıtları algılamayan, bunun yerine duygularıyla tepki veren, gerçeklikle
bağı yok seviyesinde bir ideolojik anlayışlar bütünü AKP kadar muhalefetin
çeşitli kanatlarında da mevcut. Bu ortamda da İslam devrimi yapmaya kalkanla
sosyalist devrim olmak üzere zanneden farkında olmadan işbirliği içinde beraberce
ülkeyi durağanlığa hapsetmekteler. Olası en iyi ihtimaller bu sebeplerle
gerçekleşemiyor, muhalefet sorunlar nedir ve önlem almazsam ne olur tam okuyamadığı
için etkin önlem almak üzere gücünü biraraya getiremiyor, herkesin sol ya da
sağ devrim yapmaya kalkıştığı ortamda olağanüstülük hali normal birşeymiş gibi karşılanıyor,
sonuçta asgari ortak müşterek teşkil edebilecek bir öncelikli hedef saptayamıyor
muhalefet ve bunun üzerinde anlaşamıyor... Partilerin kısa vadeli parti-çıkarları
muhalefetin önemli ölçüde enerjisini tüketiyor ve bütün bir ülke olarak yanına
gelinmiş olan uçurumdan sapma yönünde kamu yararı için ortaklaşarak somut bir
iş yapmalarını engelliyor. Bu durumda varolan kısıtlar altında olabilecek gibi
tartışılan, Kürt sorunu açısından da en hayırlı olan, savaşın yeniden baş
göstermesine karşı durabilecek gibi duran koalisyon dışardan HDP destekli
AKP-CHP
koalisyonu.
Şimdilik AKP karar vericilerinin büyük çoğunluğu kişisel
açıdan riskli bu mecraya girmektense batan gemide gittiği yere kadar kaptan görünmeyi
öncelemiş gibi duruyor. Batan gemi diyorum çünkü ekonomik, diplomatik, temel
haklar ve özgürlükler, eşitlik ve yaşanabilirlik ölçütlerinde dibe vurmakta olan Türkiye’yi çok ama çok zor
bir dönem bekliyor.
Aslında ne istemediğimizi biliyoruz
*** “….aslında olması
gerekmeyen, kader olmayan, engellenebilir bir felaketin yaşanıyor olması…”
diyorsunuz Türkiye’de olanlar için. Bu felaket nedir? Nasıl engellenebilir?
Felaket; demokratikleşebilecek, bir anayasal demokrasiye
evrilebilecek, birikimi demografisi gelişmişlik düzeyi buna elverişli, bulunduğu
coğrafyada bir umut kaynağı olabilecek bir Türkiye’nin, bu umudunun ve bu vaadinin
yok ediliyor olması. Engellenebilir çünkü topluma sorulsa Pakistan’da mı
yaşamak istersin Hollanda’da mı diye, hemen kimse Pakistan’da Afganistan’da
yaşamak isterim demeyecek. Kaç kişi göç ediyor oralara ‘iyi yaşamak istediğim
için geldim, çocuklarım burada yetişsin’ diyerek? Bu bize bu tarz bir gidişatın
toplumun genelinde aklını başına alıp düşünülse istenmediğini istenmeyeceğini anlatıyor.
Tam olarak ne istediğimiz konusunda anlaşamasak da ne istemediğimiz üzerinde
ortaklaşabiliriz, demokratikleşeceksek odaklanılması gereken bu. Hukukun
üstünlüğü olmayan yerde ne ekonomi, ne hak, ne özgürlük, ne eşitlik, ne adalet
olur. Kimimiz ekonomiyi, kimimiz adaleti, kimimiz özgürlükleri öncelikli
addediyor olabiliriz, ama hukukun üstünlüğü konusunda anlaşabiliriz bu öncelik
farklılıklarımıza rağmen.
*** Kürt sorunun halli için “çözüm süreci” diye tanımlanan süreç
nereye gidiyor sizce?
Çözüm süreci tıkandı tıkanmasına ama bu sürece girilmesi de
iç dinamikle değil dış dinamikler yoluyla olmuştu. Ben gene dış dinamiklere bakıyorum
ve Kürtlerin Türkiye içinde barışa kararlı olduklarını görüyorum. Çeşitli
sebeplerle çok ama çok mecbur kalmadıkça bu ateşkes hali Kürt tarafında sürecek,
çünkü Kürtler kalıcı barış henüz olamasa bile içinde bulunulan ateşkes halinin
değişmesini asla istemiyorlar. Türkiye’de büyük ölçüde anlaşılmayan mesele
çözüm sürecine girildiği günlerle bugünler arasında geçen yıllarda aktörlerin,
tarafların pazarlık güçlerinin, dış itibarlarının, varlıklarının yekununun, bu
yekunun dış dünyadaki anlamının değişmiş dönüşmüş olduğu. Bölgede Türkiye’nin
boyunu kat be kat aşan, Türkiye’nin kapıldığı büyüklük sanrısıyla yakın zamana
dek hiç okuyamadığı gelişmeler oluyor ve Türkiye bir aktör olarak etkinliğini
kaybettikçe bu kartlar da yeniden karıldı, oyun ve aktörler yeniden yapılandı.
IŞİD denen oluşumla mücadele eden, başarıyla da edebilen, üstelik Kaideci
Nusracı filan da olmayan, seküler olan, kadın düşmanı olmayan, çatısı altında
başka dinlerden kimliklerden insanları barındıran koruyan eşit muamele eden bir
Kürt modeli doğabilir Ortadoğu’da, bu vaat oluştu ve dünya bu aktöre yatırım
yapmakta. Türkiye her kimliğe dine inanışa inanmayışa eşit mesafede duran bir
devlet olarak kendini varedebilse, varolan sekülerlik kırıntılarından da
vazgeçmese, eylemiyle ve söylemiyle dönüşmese, bölgedeki en önemli pazarlık avantajını
da kaybetmemiş olacaktı; ama kaybetti. Bölgede ilk kez Kürtler dört ülkedeki
varlıklarıyla bir aktör haline geldiler ve bu sadece Türkiye’ye ilişkin bir
mesele değil, dolayısıyla Türkiye’nin tek başına karar verici olabileceği bir
mesele de değil. Bölgenin savaşı Kürtlerle savaş değil IŞİD’le savaş, az sonra mecburen
El Kaideyle, Nusrayla savaş...bu kaçınılmaz. Türkiye bu durumu okuyamadığı duygusal
açıdan reddettiği müddetçe, öncelikleri dünyanın önceliklerinden sapmaya devam
edecek. Kürtler artık bir ulus olarak uluslararası bir oyuncu ve itibar gören, çünkü
durduğu yerin ahlaki üstünlüğü olan bir oyuncu bu savaşta. Türkiye ya Türkiye’de
olan ve barış isteyen çıkarı iradesi barışta olan Kürt vatandaşlarıyla ve
onların siyasi temsilcileriyle ve güneyinde asıl belaya karşı savaşan Kürt
güçlerle bu anlayışa dayalı bir işbirliği yapacak, ya da günümüzün Nazileri
addedilen addedilmesi gereken güçlere karşı en hafifiyle agnostik, tarafsız görünmeye
çalışan, “IŞİD de kötü Kürtler de kötü” söylemiyle ve hadi sadece bu sebeple
olsun “işbirlikçi” olarak addedilmesine yolaçan, müthiş itibar kaybettiren, gelecek
nesillere de açıklayamayacağı ama reel ama ideolojik olan politikasına devam
edecek.
Yüzde 99 Müslüman söylemi=homojenleştirme süreci
*** Yöneticiler yıllardır “yüzde 99’u Sünni” vatandaşı olan
bir Türkiye’den bahsediyorlar. Sizin buna karşı tezleriniz var; anlatır
mısınız?
Alevilerin varlığı, Sünni İslam anlayışlarının tektip
olmayışı ve çeşitliliği, Binnaz Toprak’ın ‘şehirli Müslümanlığı’ benim bir
çeşit “reform Müslümanlığı” olarak gördüğüm dindarlığın çeşitli yaşanma
yorumlanma deneyimlenme çeşitliliği, varolan Müslüman kitlenin aksettirilmeye
çalışıldığı gibi homojen olmadığını, hatta tam da Müslüman addedilen kitlenin
kendi içinde fevkalade kutuplaşmış olduğunu kanıtlıyor. Örneğin yüzde 99 derken
buna CHP tabanı da Aleviler de dahil ediliyor, ama buna karşılık CHPliler aynı
zamanda son zamanda Halaçoğlu’nun da kendi zihniyetindekilerin kafasındakini
açık yüreklilikle dile getirdiği gibi “dinsiz” de addediliyor. Seküler ve “dinsiz” eşanlamlı kullanılıyor,
oysa bu asla böyle değil. CHP tabanında da HDP’nin seküler kanadında da kendini
dindar addeden ya da en azından ateist olmayan çok insan var. Dindar olup din
devleti istemeyebilirsiniz. Yüzde 99 söylemi ise toplumsal mühendislik yoluyla
homojenleştirme projesinin bir sloganı. Eğer yüzde 99 Müslümansa böyle tarihsel
planda çokuluslu çok dinli bir toprak parçasında bu nasıl olmuş, eğer
zorbalıkla olmadıysa? Ve şimdi çoğulculuğu reddeden bu söylem neden yine ortaya
sürülüyor, amaç homojenleştirme değilse?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder